Sosyalist Kadın 11

Sosyalist Kadın 11

Categories: Sosyalist Kadın 11 | Yorum bırakın

Sosyalist Kadın 10

sosyalist kadın 10

Categories: Sosyalist Kadın 10 | Yorum bırakın

sosyalist kadın 9

sosyalistkadin9

Categories: Sosyalist Kadın 9 | Yorum bırakın

Silopi Örneği Üzerinden Yurtdışından Gelen Kumalar Sorunu ve Kadınların Talepleri

Türkiye’nin son dönem dış politikası sonucu sınır komşularıyla ilişkiler gelişmiş, Türkiye ile diğer ülkeler arasındaki sosyal ilişkiler daha artmıştır. Va­tandaşlar daha kolay Türkiye’ ye girip çıkabilmektedir. Sınır geçişlerin kolaylaşması ekonomik alanda geniş­letme yaratmış, ülkelerle yapılan antlaşmalar çerçeve­sinde ithalat ve ihracat rakamları artmıştır. Ekonomik alandaki gelişme ile birlikte, sosyal alanda da bazı de­ğişimler olmuştur. Bu yansımanın ilk görünür sonucu, yurtdışından getirilen gelinlerdir.

Son dönemde gündeme gelen uluslararası kuma sorununun Silopi’deki yansımalarını ve kadınların yaşadıkları sorunları tespit etmek amacıyla araştırma yapma gereği duyduk. Hem kamuoyunu bu konuda bilgilendirmek hem de Silopi Viyan Kadın Danışma Merkezi’ nin bundan sonraki çalışmalarına yön vermek amacıyla alan araştırması yapılıp bu amaçlarla değer­lendirildi.

Araştırmada metodoloji olarak, basın taraması yapılıp sorunun kamuoyuna yansıma çerçevesi anla­şılmaya çalışıldı. Öncelikle Silopi’de kuma gelen 130 kadın adresleri ile birlikte tespit edildi. Kotalı örnekle­me yöntemiyle, 80 anket Silopili kadınlara uygulandı. Kotalar; üstüne kuma gelen Türkiyeli ilk eş, Türkiye dışından gelen tek eş, Türkiye dışından kuma gelen eş ve Türkiyeli kuma gelen eş şeklinde belirlendi. An-

ket çalışması ile birlikte, aynı kotalarla 15 kişi ile sözlü tarih çalışması yapıldı. Sözlü tarih çalışmasında ses kaydı alına­rak fotoğraflarla belgelendirildi. Bunla­rın yanı sıra, Silopi Belediyesi’ne bağlı evlendirme dairesinden son 6 yılın ev­lenme verileri ile birlikte Silopi Devlet Hastanesi’ nden son 8 ayın şiddet ve inti­har verileri alındı.

Araştırma öncesi kamuoyu tarafın­dan, uluslararası evliliklere ilişkin gün­deme gelen bazı ön kabuller tespit edil­miştir. Bunlar, yüksek başlık parasından şikâyet eden erkeklerin yurtdışına yönel­mesi, yurtdışından gelen kadınlarla daha iyi anlaşıldığı, o kadınların Türkiye’nin gelişmişliğini takdir edip, Türkiye’ye yerleşme hayali kurduğu şeklindeydi. Fakat araştırmamızla birlikte bu kabul­lerin gerçek olmadığını tespit etmiş bu­lunmaktayız.

Aslında sorunun görünenden daha derin ve farklı olduğu ortaya çıkmıştır.

Anket çalışmasında kadınların ev­lendikleri zaman kendilerine ödenen başlık paraları sorulmuş ve en fazla paranın aslında yurtdışından gelen ku­malara ve yurtdışından gelen ilk eşlere verildiği tespit edilmiştir. Yani, Silopili erkeklerin bu yönelimi ekonomik ne­denlerle değildir.

Peki neden Silopili erkekler yurt­dışına yönelmiş, yurtdışındaki kadınlar hem Türkiye’ ye gelmeyi hem de kuma-lığı kabul etmiştir.

Kadınların %84’ü görücü usulüyle evlenmiş ve %79’u evliliği kendi rıza­sıyla kabul etmiştir. %42′ si de eşiyle ak­rabadır. %85’i kuma geleceğini bildiği halde %40’ı nasip-kısmet deyip kabul etmiştir. Ailem beni zorladı diyenlerin oranı %15 iken, Türkiye’de yaşamak is­teyenlerin oranı sadece %5 dir.

 

Bu sonuçlardan genel olarak yurt­dışından gelen kadınların, Türkiye’de evlenmek için özel bir tercihleri olma­dığını, evlilikle ilgili genel bir irade de göstermediklerini çıkarabiliriz. Zaten bu kadınların

%63′ ü hayat hakkında genel bir de­neyim elde edemedikleri 20 yaş altında evlenmiştir. Çoğunluğu, evlendiğinde reşit bile değildir. Ailelerinden öğren­dikleri evlilik şekli de aynıdır. Bu grup kadınların %78′ inin aileleri görücü usu­lü veya berdel ile bir araya gelmiştir. So­nuç olarak söylenebilinir ki, yurtdışından kuma gelen kadınlar evlilik konusunda kurbanlık koyun gibi hareket etmekte önlerine gelen ilk fırsatı, kuma dahi gitse nasip-kısmet diyerek kabul etmektedir. Zira bu grup kadınların çoğunluğunun, evlilik konusunda ve kuma konusunda bir bilgileri yoktur. Sözlü tarih çalışma­sında görüşülen kadınlarda, kuma ge­leceklerini bildiklerini fakat kumalığın ne olduğu konusunda hiçbir fikirlerinin olmadığını itiraf etmektedirler.

Erkekler açısından bakıldığında bu serüvenin nedeni, son günlerde popüler olan yurtdışından eş getirme vakasının, erkekler arasında bir statü meselesi hali­ne getirilmesidir, fakat bunun da ötesin­de aslında erkeklerin bu evlilik tercihi sorun olarak raporda tanımlayacağımız nedenlerdir. Yani, erkeğin bu macerayı seçim nedenleri, kadının sorunlarının en önemli parçasını teşkil etmektedir.

Bu sorunları aşağıdaki başlıklar al­tında açıklayabiliriz.

Yabancı olma durumu

Yurtdışından gelen kadınların eğer resmi nikahları yoksa Türkiye’ de kaçak olarak yaşamaktadırlar. Resmi nikahı olmayanlar, çocuklarını resmi işlerden yararlandırabilmek için, kumaları varsa kumalarının adına yoksa ya kaynanala­rının ya da başka bir kadının nüfusuna geçirmektedir. Bununla birlikte sosyal haklardan yaralanabilmek için kendile­rini kayınbabalarının nüfusuna geçirt­mektedirler. Buna rağmen, resmi nikahı olmayan yurtdışından gelen kadınların % 15’inin herhangi bir sosyal güvencesi yoktur.

Yabancı olma durumu maalesef sa­dece devlet nezdinde değildir. Bu kadın­lar, Silopi halkı tarafından da “yabancı” görülmektedirler. Yabancı gelen kadın­ların yaklaşık %80’i Kürtçe biliyor ve konuşuyor olmasına rağmen %50’den fazlası iletişim kurarken zorluk çekmek­tedir. Bu zorlukla birlikte sözlü tarih çalışmasında şu ifadeler dikkat çekmek­tedir: “Biriyle en ufak tartışmada bana satılıkmışım muamelesi yapılıyor.” Bu ifade hem sanılanın aksine, yurtdışından gelen kadınların Silopililerce  aslında yüksek başlık parası ile geldiklerinin bi­lindiğini kanıtlamakta, hem de dışarıdan başlık parası ile geldikleri için bir tepki­nin oluştuğunu göstermektedir. Zira he­nüz evlenememiş kadınlar arasında, bu grup kadınlara karşı bir hoşgörüsüzlük olduğu da bilinmektedir.   Yabancı   olma  durumuna dair şu ifadeler de kadınların yaşadıkları   sıkıntıyı   bize göstermektedir: “Suriye durumu, hem eski ve Irak’tan kadınlar getiriliyor, bu çok zor bir durum. Onlar iki üç defa eziliyorlar,   hem  yaban­cı oldukları için hem de kuma oldukları için. Dil bilmiyorlar   buranın   ge­lenek ve göreneklerini bil­miyorlar, şiddet  görüyorlar evlerine dönemiyorlar ve ciddi sorunlar yaşıyorlar.”

Türkmenistan’dan gelen bir kuma­nın ifadeleri ise yabancılara dair baskı­nın boyutunu bize net anlatıyor: “Ya­bancı olduğum için bana cinli Japon, AKP’li, CHP’li diyorlar. Bundan dolayı rahat dışarıya çıkamıyorum.”

Bir kadın ise ülkesine şöyle çağrı yapıyor: “Kesinlikle Iraklı kadınların buraya gelmesini istemiyorum, çünkü burada ne yaparsan yap yabancısın. 

Kadının bu yabancı olma durumu, hem eski ailesinden uzak olmasından dolayı, hem de çevresinden destek gör­memesinden dolayı erkek sömürüsünün boyutunu arttırıyor. Kadınların dayanak­sız olması durumu, erkeğin kadın üzerin­deki tahakkümünü arttırıyor. Kadınların dayanışma kültürünün eksikliğinden ve köleleşme durumundan raporun ileriki bölümlerinde söz edeceğiz.

Baskı durumu

Kuma   gelen   yabancı   kadınların %21’i şiddet gördüğünü itiraf etmiş, fa­kat biz bu oranın daha yüksek olduğunu düşünüyoruz. Sözlü tarih çalışmasında gözlemledik ki,  kadınlar eşlerinin ve ailelerinin   korkularından   şiddet gördüklerini itiraf edemiyorlar. Zira, kadınların %44′ ü şiddet gördüğünde kimse ile pay­laşmıyor, içine atıyor.

Kadınların Silopi’ deki baskı durumu­nu en iyi anlatan istatistik ise daha önce yaşadıkları ülke ile Türkiye’yi kı­yaslamaları istenildiğinde ortaya çıkıyor; kuma gelen yabancı kadınların % 84’ü  tek eş olan yabancı kadınların ise %74′ ü daha önceki yaşantılarının daha rahat olduğunu, kadınların daha önce yaşadıkları ülkede daha özgür ol­duklarını ifade etmektedirler.

Kadının özgür olamama durumu, tamamen erkeğin kadına karşı aldığı po­zisyondan kaynaklanmaktadır. Silopi’de kadınlara yönelik siyasal anlayış, kadın­ların özgürleşmesine destek vermekte, çok sınırlı da olsa kadınların dışarı çı­kabileceği sosyal alanlar bulunmaktadır. Fakat erkeğin kadını görmek istediği kalıp, kadının Silopi’deki özgürlüğünü kısıtlamakta, haliyle kadınları baskı al­tına almaktadır.

Sözlü tarih çalışmasındaki şu ifade­ler de kadınların genel durumunu ortaya koymaktadır: “Bizdeki yaşam daha iyi orada kadınlar rahat ve özgürler, erkekler çok baskı uygulamazlar ama burada tam tersi burada kadınlar özgür değiller. Ben burada istediğim gibi dışarıya çıkıp dolaşamıyorum, eşimden izin almadan çıkmam. Mutlaka ona haber veririm ve izin alırım. Yoksa sonra sorun yaşarım. Çalışmak istiyorum ama mahalle baskısından dolayı çalışamıyorum.” Ne yazıktır ki, erkeğin kadın üzerindeki sosyal baskısı,diğer kadınlar için de bir yöntem   haline   geliyor,buna örnek vermek ge rekirse;   “Kaynanamın ve görümcemin   üze­rimde çok baskısı var, çokzorlanıyorum, zorlandığım için sağ­lık problemlerim var… Beni dışarı hiç bırak­mıyorlar, evden hiç ay­rılmıyorum, sıkıntılarımı kimse    ile   paylaşamıyo­rum… Eşimin ailesi, sürekli

bana laf atıyorlar, Suriyeli kadınlar satı­lıktırlar diyerek.”

Maalesef eşleri, ailesi ve sosyal ortamdan baskı gören kadınlar. Eğer yabancı ülkeden kaçak olarak gelmiş­ler ise devletten de baskı görüyorlar. İhbarlar üzerine emniyet sık aralıklarla kadınların yaşadıkları evlere baskın dü­zenliyor. Bu sorunu yaşayan bir kadın ya­şadıklarını şu kelimelerle ifade ediyor: “Sürekli polis beni soruyor, evde çok du­ramıyorum, kayınvalidemin evinde yatı­yorum, bu sorundan dolayı dışarı çıka­mıyorum, kimseyle de görüşemiyorum.”

Kumalık durumu

Araştırmada, hem yabancı ülkeden kuma gelen kadınlar üzerinde hem de Türkiye içinden kuma gelen kadınlarla, çalışma yapıldı. Kumalık da evlilik gibi kadınlar tarafından kendi kararları olmasına rağmen, çok bilinçli yapılan bir tercih değil. Türkiye’den gelen kadınların %90′ ı kuma geleceğini biliyorken yabancı kumaların %85’i kuma geleceğini biliyormuş, zorla evlenenlerin oranı. Türkiyeliler için %20 iken, yabancılar için % 15’tir. Genel anlamda   kadınların yaptığı söylenebilir.

Diğer       taraftan üstüne   kuma   gelen kadınların        %55′ i eşlerinin   kuma   ge­tireceğinden    haber­darken,    haberdar olan kadınların %40′ ı çocuklarından    dolayı mecburen  durumu  ka­bullenmek zorunda kal­mış.  Durumu bilsin veya bilmesin, kabullensin veya kabullenme­sin kadınların %80′ i üzerine kuma gel­diğinde üzüntü yaşamış. Fakat yine de %80’i eşinden ayrılmayı düşünmemiş.Tüm kadınların %90’ı kumalarıy-la iyi geçinirken, %95’i yaşantısından memnun rakamları, araştırmanın ilgi çeken istatistikleridir. Zira üzerine kuma gelen ilk eşlerin sadece %35’i hayatla­rının daha kötüye gittiğini belirtmiştir. %15 gibi bir oranla eşlerinin kendilerine karşı ilgilerinin arttığını söyleyenler bile var. Bu veriler ışığında kadınların kuma-lığa dair çok problemleri olmadığı söy­lenebilir. Bu bize, ana sorunun kumalık değil diğer problemler olduğunu işaret etmektedir.

Yüzeysel bir istatistiksel bakışla ka­dınların kumalığa dair görüşleri olumlu olarak düşünülse de, aslında sözlü tarih çalışmasında kadınların iç dünyasının bu kadar da yaşanılanlara ılımlı bakılmadı­ğını göstermektedir.

“Kumalık güzel bir şey değil bakı­yorsun bir senin odanda, bir diğer oda­da, bu beni kahrediyor.”

“Kızım kuma gidince evi terk ettim, çünkü giderken o da bir kadını ezip gidi­yordu. Diğer kadını hiçleştiriyordu.”

“Kumalık iyi değil ne kadar pişman olsan da çocuklardan dolayı gidemiyör­sün, gitseydim içim yanardı. Çocukları­mı bırakıp gidemem onlar için katlanı­yorsun. “

“Kumalık iyi bir şey değil, sürekli sorun yaşıyorlar. Huzursuz ve mutsuz­sun, çocuklar tarafından ayrım oluyor, çocuklar arasında tartışma olunca haliy­le bize de yansıyor.”

Bu cümlelerden kadının kumalığa ilişkin iyi bir şey değil, güzel bir şey de­ğil diye ifade ettiği şeylerin şunlar oldu­ğunu söyleyebiliriz:

*  Bir kuma geldiğinde diğer kadın hiçleştirildiğini hissetmektedir.

*  Kadın, eşini özellikle cinsel açı­dan, diğer bir kadınla paylaşmak isteme­mektedir.

*  Kadın, çocuklarına kendini feda etmektedir.

Kölelik durumu ve öğrenilmiş çaresizlik

Anket çalışmasında kadınların yü­zeysel durumları hakkında bilgi sahibi olsak da, ev yaşantıları hakkında bir bilgi sahibi olamamaktayız. Bunun için sözlü tarih çalışmasından faydalanıyoruz.

Bu başlık altında aslında ekonomik nedenler ile getirilmediği ispatlanan ya­bancı kadınların, erkeklerin sosyal statü­sünü güçlendirmenin yanı sıra hangi ne­denlerle getirildiğine de açıklık getirmiş olacağız.

Öncelikle şu ifadeleri kadınların ağ­zından dinleyelim:

“Burada canı isteyen herkes gidip kuma getiriyor, bakıyorsun ekonomik durumu iyi olsun ya da olmasın herkes kuma evliliği yapıyor.”

“Sanki eşim beni hizmetçilik için getirmiş. Hizmetçi muamelesi görüyo­rum. “

“Buraya hizmetçilik için getirmişler ve köle gibi çalıştırıyorlar.”

“Ben anladım, bu eve eş olarak de­ğil de hizmetçi olarak getirilmişim.”

Bu ifadeler, farklı kadınların ağzın­dan çıkan ifadeler. Bu söylemi özellikle yabancı kumalardan duyuyoruz. Erkek­ler ya eşleri yaşlandı diye, ya anneleri­ne hizmet etsin diye, ya da fazla çocuk sahibi olmak bahaneleriyle, kendilerine statü kazandıracak bir köle-efendi anla­yışı ile hiçbir dayanacak yeri olmadığı için sesini çıkarmayacak yabancı kadın-lara rağbet etmektedir.

Gerek sözlü tarih çalışması olsun, gerek çalışma dışında görüşülen kişiler olsun bu sorunu tanımlamalarına rağ­men, ankette kadınların %95’i eşiyle evliliğinden mutlu olduğunu belirtmek­tedir. Hatta %84’ü Silopi’yi tanıdıktan sonra yine de eşleriyle evleneceklerini belirtmektedir. Böyle çelişkili sonuçlar çıkmasını üç şeye bağlamaktayız.

*  Kadınlar eşlerinin ve toplumun baskısından ve korkusundan gerçekleri ifade edememektedirler.

*  Daha önce de belirttiğimiz gibi çocuklarına kendilerini feda etmektedir­ler.

*  Son olarak da bu durumun öğre­nilmiş çaresizlik olduğunu düşünmekte­yiz.

Zira bazı kadınlar “Eşimin akra­balarına gidip geliyorum o konuda sı­kıntım yok, yalnız ben evde kalmayı çok seviyorum evde hizmet etmeyi çok sevi­yorum. Bizde adet böyledir kız kısmı çok gezmez çok dışarıya çıkmaz. Ben böyle yetiştirildim.” gibi ifadeler de kullana­bilmektedir.

Çevrelerindeki çoğu kişinin aynı yaşam biçimini sürdürmeleri, kadınların hayatta farklı bir yaşam biçimi olmadığı­nı kabullenmelerine neden olmaktadır.

Sonuç ve öneriler

Nasip-kısmet mantığıyla küçük yaş­larda evlenen kadınlar, evlilik kurumu­nun aslında kendilerine ne gibi sorum­luluklar getirdiğinin farkında olmadan ve yaşamlarının sonrasının nasıl geçire­ceklerine dair fikirleri olmadan, kuma-lığı yaşamlarında görmelerine rağmen, kendi iç dünyalarında ne tür bir yıkıma yol açacağını bilmeden evlilik kararı vermektedirler.

Bu bilinçsiz hareket, kendi sosyal dünyalarını kısıtladıklarının farkında olmayan erkekler açısından bir sömürü aracı olarak kullanılmaktadır. Aslında kadınların sosyal hayata katılmaması, kendi evlerinin köleleri olmaları, diğer kentlerde olduğu gibi Silopi’ deki sosyal yaşamı felç etmiş, kentin her türlü üreti­mini kısıtlamıştır.

Kadının köleleşmesi erkeğin erkiy-le olsa da “Erkek sürekli kaba kuvveti­ne güvenerek kadına şiddet uyguluyor ve kadın korktuğundan dolayı ilerleme kaydedemiyor” cümlesi gerçek olsa da, kadınlar kendi içlerinde sorunları­na duyarsızlaşmış durumdadırlar. Zira görüşülen kadınların neredeyse tamamı kadınlar arası dayanışmanın olmadığı­nı belirtmektedirler. Bunu ifade eden cümlelerden biri şudur: “Kadınlar bire birlerini sevmiyorlar burada, kavgayı ve dedikoduyu burada öğrendim.” Kadınlar arası dayanışmanın olmaması kadınları daha güçsüz kılmakta, kendilerinin de sömüren taraf olmasının yolunu açmak­tadır.

Köleleşen ve bunu da gören kadın­ların elini kolunu bağlayan en büyük ne­den çocukları olmaktadır. Çocuklarından kopmamak ve onların yaşamlarını altüst etmemek nedenleriyle, kadınlar kendi yaşamlarını feda etmektedirler. Bu bize şunu göstermektedir: Sorunun çözümüne dair uygulanacak politikalar muhakkak kadın ve çocuklarını bir görecek şekilde olmalıdır.

BDF nin yerel yönetimler iktidarın­dan bu yana kadına yönelik politikaların ve çalışmaların, kadına yönelik şiddeti ve kadına karşı baskıları nispeten azalt­tığı, görüşülen kadınlar tarafından dile getirilse de, politikalar aynı zamanda kadının bilinçlenmesini de içermelidir.

Anket çalışmasında da kadınların Silo-pi Viyan Kadın Danışma Merkezi’ nden beklentileri, sorunun açık uçlu olmasına, yani şıkları olmamasına rağmen, önce­likli olarak kadının bilinçlendirilmesi ve kadın haklarının öğrenilmesi olarak be­lirtilmiştir.

Çoğunlukla sorunlarını içlerine atan, kendini ifade etme yolları kapalı olan kadınların bilinçlendirilmesi, des­teklenmesi ve dayanışmalarının sağlan­ması bizler açısından öncelikli hedefler olmalıdır.

Fakat sorunun yerel bir sorunu aşan uluslararası bir sorun olması, so­runa farklı bir boyut katmaktadır. Veri­ler de göstermiştir ki, bu sorun sayısal olarak da artmaktadır. Hem bu nedenle hem Kürt kadınlarının ortak sorunları konusunda çalışılması amacıyla, ulusla­rarası Kürt kadın birliğinin sağlanması gerekmektedir. En azından Kuzey Irak Kürdistan Bölgesi, Türkiye, Suriye ek­seninde ortak çalışacak ve bu ülkelerde bir şubesi olacak bir merkezin kurulması gereklidir.

 

 

Categories: Sosyalist Kadın 8 | Yorum bırakın

Erkek Doğrama Cemiyeti (SCUM) Manifestosu / BELGİN ÖZGÜL*

Kitabın yazarı Valerie Solonas, Amerika’ da yaşamıştır, içinde yaşadığı topluma karşı tepkisinin bir yansıma­sı olarak da değerlendirilebilir kitap.

Kitabı anlayabilmek için önsözde bulunan Valerie’nin yaşam öyküsünü okumak önemlidir diye düşünüyo­rum. Volerie, çok küçük yaşta babasının cinsel tacizine maruz kalmış. Annesi ve babası ayrıldıktan sonra yatı­lı okula gönderilmiş, on beş yaşındayken evden kaçmış. Bütün yaşadıklarına rağmen liseyi bitirmiş ve Mariylan Üniversitesi’nde psikoloji okumaya başlamış. Okulu bitir­dikten sonra bedenini satarak ve dilenerek hayatını sürdür­meye başlamış. Bu sırada sokakta yaşıyormuş. SCUM ma­nifestosunu da bu sırada yazmış. En önemli eseri SCUM Manifestosunun yanında “Kıçınıza Girsin” adında tiyatro eseri bulunuyor. Yazar, daha fazla yazmış olabilir ancak Valerie yaşamını bir otel odasında sefil halde yitirdikten sonra annesi ondan kalan her şeyi yakmış, bu nedenle baş­ka eseri günümüze ulaşmamış. Ayrıca yazar, ünlü bir res­sam olan Andy Worhol’u vuran kadın olarak da tanınıyor. Bu nedenle birkaç yıl cezaevinde kalıp Worhol’un şikayet­çi olmaması üzerine çıkabilmiş. Ayrıca yazar, psikolojik rahatsızlıklarından ve uyuşturucu bağımlılığından dolayı destek de almış kimi zaman.

SCUM Manifestosu, Valeire’nin eril sisteme, yasadığı trajik hayata karşı olan radikal tepkisinin bir ifadesidir. Kitabın başında Valerie, eril’i biyolojik bir kaza olarak tanımlamaktadır. Y (eril) geni tamamlan­mamış bir X (dişi) gendir. Yani, tamam­lanmamış bir kromozomlar serisidir. Bu nedenle erilin eksik olduğunu, bu eksik, edilgen yapısından dolayı erilin bu duru­munu etkin olan dişiye tarif etme ve erkek olduğunu ispatlamaya koyulduğunu, bunu yaparken de temel aracın “düzmek” oldu­ğunu söyler. Yazara göre “düzmek” bir erkek için dişi olma arzusunun karşısında bir savunmadır.”

Kadın psikolojisini çözümleyen kimi kitaplarda yer alan iddianın tersine kitapta kadınların penis hasretinin olmadığı be­lirtilmekte. Bu durumu, yazarın babalık kavramı üzerinde yaptığı çözümlemede de görmek mümkün. Babalığın eriller üzerin­deki etkisi hususi olarak “erkek” yapmak­tır. Yani, edilgenliği ve eşcinselliği uyaran her şey ve dişi olma arzusu karşısında hep savunmada olmak. Her oğlan çocuğu an­nesini taklit etmek, o olmak ister, onunla kaynaşmak ister ama baba bunu yasaklar, anne odur anneyle kaynaşacak olan da odur. Babasının korkusundan donuna kaçı­ran ve ona saygı duyan oğlan itaat eder ve tıpkı baba gibi olur.

Babalığın dişi üzerindeki etkisini ise yazar şöyle ifade etmektedir: Babalığın di­şilik üzerinde onları eril yapması, bağımlı edilgen, evcimen, animalistik, düzgün, gü­vensiz, onay ve emniyet peşinde, korkak, aciz, otoriter, erkek karşısında saygılı, ka­palı tam olarak harekete geçmeyen, yan ölü, donuk, basmakalıp düzlenmiş ve ta­mamen rezil.

Kitapta Solanas aileye, tecride, cinsel­liğe ve paralı sisteme yönelik güçlü çözüm­lemeler ve alternatif öneriler yapmaktadır. Cinselliğe yönelik yaptığı değerlendirme çarpıcıdır. “Cinsellik herhangi ilişkininin parçası olmayıp tam aksine, insanı yalnız kılan bir tecrübedir, yaratıcı değildir ve büyük bir zaman kaybıdır. Dişi kolaylıkla, hem de sandığından çok daha fazla kolay­lıkla kendi cinsel arzularından kurtulabilir. Böylece ağır ve ussal bir halde gerçekten kıymetli faaliyet ve ilişkilerin peşinde ko­şabilir. Cinsellik kafasızların sığınağıdır. Ve kadın ne kadar akılsızca, yani eril kül­türe ne kadar saplanıp kalmışsa, o kadar tatlıdır, o kadar cinseldir.”

Valerie’ nin kitabında kanıtlamaya ça­lıştığı en önemli nokta, erkeklik sisteminin bu dünyada yeri olmadığı ve bu cinsin ve sistemin ortadan kaldırılması gerektiğidir. Öyle ki, Valerie hiçbir konuda erkeklere inanmamaktadır, tamamen inancını kay­betmiştir. “Erilin gerçekleştirebileceği her­hangi bir gerçek toplumsal devrimmümkün değildir, çünkü tepedeki eriller statükonun sürmesini ister ve aşağıdaki erillerin bütün isteği yukarıdaki eril olmaktır.” “Eril, tabi­atı gereği bir kene, bir duygusal parazittir ve o yüzden etik olarak yaşamayı hak et­mez, çünkü kimsenin başkalarının karşılı­ğında yaşama hakkı yoktur.”

Valerie içinde bulunduğu toplumu, eril paralı sistemi tamamen ret etmektedir. Bu sistemi değiştirip yerine sadece kadınların yaşayacağı bir dünya hayali kurmaktadır. Bu hayalini gerçekleştirebilmek için sade­ce kadınlardan oluşan SCUM adını verdiği bir örgüt tasarlar. SCUM’lar öyle kararlı kadınlardır ki, gördükleri her yerdeki ka­dın erkek çiftleri ayırmaktan tutalım, yağ­malama, erkekleri fiziksel olarak ortadan kaldırmaya kadar birçok eylem türü be­nimsemektedirler. Bir de SCUM yan örgü­tü vardır. Bu örgüt de, SCUM yan örgütü­ne girmeyen erkekleri öldürecektir. SCUM yan örgütü, kendilerini bertaraf etmek için canla başla çalışan, hangi dürtüyle olursa olsun iyi şeyler yapan SCUM’la birlikte olan erkeklerdir. Örnek olarak erkekleri öldüren erkekler, SCUM yanlısı yazarlar, editörler, yayıncılar vs. birçok erksiz erkek bu örgütte yer alabilir.

Valerie, Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu’nda tamamen kadınların ege­men olacağı bir dünya hayali kurmaktadır. Kitapta dile gelen görüşler radikal feminist fikirlerdir. Valerie fikirlerini sunarken aşın bir biyolojik indirgemeciliğe düşmüştür. Erkeklerin eksik kromozomlanndan yola çıkıp, erkek cinsinin tamamen ortadan kaldınlması gereken, hastalıklı bir cins olduğu düşüncesine varmıştır. Özellikle kurgulamış olduğu biraz uçuk, uç olarak değerlendirebilecek kitabında insan türü­nün devamı, üreme konusunda dile getirdi­ği görüşleri çarpıcıdır. Kurduğu ütopyada Valerie, çocuklann üretilmesini kadınlar tarafından değil de laboratuv arlarda yapıl­masını, üreme için erkeklere ihtiyaç olma­dığını, bunun yerine gen bankalannın olduğunu, eril üretip üretmeme meselesinde ise genetik denetimin mümkün olduğunu, eril çocuk üretmeye gerek olmadığını vur­gulamaktadır. Böylelikle, sadece kadınla­rın yaşayacağı bir dünya yaratmaktadır.

Valerie’nin kitabında en önemli da­yanak noktası biyolojidir. Her düşünce biyolojiyle temellendirilmeye çalışılmıştır. O açıdan her şeyi biyolojiye indirgeyerek tersten erkeğin günümüz sisteminde yap­maya çalıştığını, erkek için tasarlanmıştır. Kitap ilk okunduğunda, kadın faşizmi ola­rak da nitelendirilebilir. Valerie’nin bu ka­dar radikal yaklaşmasının nedeni yaşadığı Amerika eril toplumuna, dibine kadar bat­mış hayata karşı duyduğu öfkenin, tepkinin bir dışa vurulması, yansıtılmasıdır. Tabi ki, kitap eleştirdiğimiz yönleriyle birlikte bir kadın kitabı olarak kadın sorununa farklı yaklaşımlann, alternatiflerin görülmesi, bir kadın ütopyası olarak kadın cinsinin kendi cinsine gücüne güvenmesi açısından oku­nabilecek bir kitaptır.

(*)     Adıyaman E Tİpi cezaevi

Categories: Sosyalist Kadın 8 | Etiketler: , , | Yorum bırakın

7. Sayı: EDİTÖRDEN…

Dergimizin yaz sayısıyla yeniden merhaba diyoruz sizlere.
Geçen süre içerisinde siyasette mevsimlerle beraber ısındı. 2011 Genel Seçimleri, Kuzey Afrika’dan başlayıp Ortadoğu’yu saran halk isyanları, 1 Mayıs’ta 1 milyon eşiğini geçen emek ve özgürlük hareketi, Kürt sorununda demokratik çözüm için geliştirilen halk iradesi, gençliğin şifre skandalı karşısındaki militan eylemleri ve kadınların şiddete karşı büyüyen, yeni mevziler edinen mücadelesi bir dönemin köşe taşlarını oluşturdu.
Sosyalist kadınların siyasetin merkezine yürüyüşü bu süreçte de yeni dönemeçlerden geçerek devam etti. 2011 genel seçimlerini aynı zamanda kadına dönük şiddete karşı mücadelenin aktif ve yaygın bir zeminine dönüştüren sosyalist kadınlar, egemen siyasi düzeni kadın görüş açısıyla sorguladılar. SKM’nin şiddete karşı kadın dayanışma evleri kurulması talebini de içeren toplumsal bilinç ve tepki örgütleme kampanyası, gelişen kadın tavrının güncel bir kanalı oldu.
Aynı dönemde erkek egemen düzen partileri, kadınları seçim politikalarına malzeme etmenin yeni yollarını keşfetmekle meşguldü. Memlekette her gün 5 kadın ölmeye devam ederken, bu katliamın önüne geçme söylemini dahi ağzına almayan AKP’si CHP’siyle düzen partileri kadınlara en fazlasından ev ve ücret rüşveti teklif etti. AKP’nin kadınlara yönelik temel söylemi yine “üç çocuk doğurun” oldu. Miting meydanlarında kutsal aile propogandasını dilinden düşürmeyen ve kadınlara soy üretiminde kuluçka makinası olma vaazları veren başbakan, kendi iktidarı döneminde açlıktan ölen çocukların hesabını vermedi. CHP ise, aile ücreti adı altında kadınlara rüşvet teklif eden başka bir erkek siyaset örneği sergiledi. Düzen partilerinin en fazla ortaklaştıkları nokta, evinde oturan, kendisine sunulacak sadakaya boyun bükerek yaşamın ve siyasetin ötelerindeki yerini kabul eden kadınlar oldu. Kadınları mecliste istemedikleri zaten Meclis’teki kadın oranından anlaşılıyor.
Başta AKP olmak üzere tüm düzen partilerinin seçim portresi, kadınlara dönük siyasi gericiliğin artışını resmetti. Öyle ki, başbakanın üç çocuk çağrısını, yine AKP politik kanallarından yükseltilen “çok eşlilik yasallaşsın” çağrısı takip etti. AKP’li bir kadının ağzından gündeme getirilen, erkeklerin çok eşliliğinin yasallaştırılması çağrısı, aşama aşama geliştirilen siyasi ve toplumsal gericilik zemininden güç ve cesaret buldu çok açık ki. Bu siyasi gericiliği seçimin hemen öncesinde, Kadın ve Aile Bakanlığı’nın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesinde çarpıcı olarak gördük. Devletten kadının adını bile sildiler. Elbette bu bir isim değişikliği değildir sadece. Kadınlar açısından gelen karanlık günlerin habercisidir. Kadının adını kabineden silen AKP hükümetinin, hazırlıklarını yaptığı yeni anayasaya yazması beklenemez. Aynı hükümetin başbakanı Erdoğan, Hopa’daki halk hareketi karşısında bir yandan halkın haklı eylemine eşkiya diyerek, bir yandan da eylemci bir kadına “kadın mıdır, kız mıdır” diyerek saldırdı. Yani yükseltilen siyasi saldırganlık ve gericilikle, kadın bedenine ve kimliğine dönük saldırılar at başı gidiyor. Rejim baskıyla, sömürüyle ve ataerkil yasalarla terbiye edilmiş köle kadınlar yaratmak istiyor. Burjuva siyaset, kadının köleliğinin ve cins ayrımcılığının yeniden üretilmesine eksiksiz hizmet ediyor.
Bu gidişatın önüne geçmek için özgürlük mücadelesinin ve kitlelerin içinden siyasetin merkezine yürüyen kadınlar ise sayısız engelle karşılaştı. Adaylığı veto edilen, gözaltına alınan, tutuklanan ve cins kimliğine dönük saldırgan söylemlere maruz kalan kadınlardı bunlar. Kiminin adı Çiçek Otlu, kiminin Birsen Kaya, kimininse Nuray Mert oldu. Ama onlar nezdinde tüm boyun eğmeyen kadınlar saldırıya uğradı. Ama bütün bunlara rağmen, kadınların kendilerine yasaklanan siyasetin merkezine yürüyüşü sürdü. “Veto sizin sokaklar bizimdir” diyen sosyalist kadın siyasetçiler, tam da dedikleri yerde kadın iradesini tüm ezilen toplumun hareketiyle birleştirerek öncü bir rol oynadılar.
Geçen dönem yerel ve evrensel ölçekte kadınların sokakta, isyanda ve politikanın merkezindeki konumunun gelişmesi bakımından bütün kadın özgürlük hareketine yeni veriler sundu ve yeni ufuklar açtı. Şimdi özgürlüğe ve eşitliğe açılan kapıdan geçip, siyasetin merkezinde daha büyük güç olma yolunda yürümenin zamanı.
Siyasette bilinçle ve milyonlarca kadının bilinçli hareketinin örgütlenmesiyle ilerlenecek bir yol olacaktır bu. İşte yeni sayımızda bizler de, kadınların özgürlük mücadelesine bir parça ışık olması dileğiyle katkı sunmaya çalıştık. Bu dönemde ezilen kadınların bilinç ve eyleminin kol kola büyümesine daha çok yapılması gereken katkı var. Ama kolektif emek ve mücadelenin yolundan yürüyen kadınlar bu katkı ve gelişimin dinamiğini sonuna kadar taşıyorlar.
***
Dergimizin yaz sayısında, kadın emeğini dosya olarak ele aldık. Son yıllarda kadın özgürlük hareketinin daha etkin gündemleştirdiği bu konu üzerine beş çalışmaya yer veriyoruz. Elbette ki, bütün olarak kadın emeği konusuna baktığımızda, tek dosya çalışmasının kapsamına sığmayacak bir alanla karşılaşıyoruz. Bu kadar temel ve kapsamlı bir konuyu sunduğumuz dosya çalışmasıyla tamamlama iddiasında değiliz. Ama şüphesiz ki, bu sayımızda sunduğumuz dosya, kadın emeği konulu yeni üretimlerin önünü açacak, fikirsel zeminini ve yöntemini güçlendirecektir. Tarihsel, toplumsal ve iktisadi bağlamları içerisinde ele aldığımız konu, kadın aydınlanma sürecinin gelişimiyle birlikte yeni eşiklerle tanışıp, yeni üretimlerle buluşacaktır. Ezilen cins ve ezilen sınıfın hareketi, kadın görüş açılı düşünsel üretimle birleştiğinde, bu enerji kadın emeği gerçeğine de daha parlak ışık tutacaktır.
Dosya konumuzun yoğunlaşma noktası olan, kadının görünmeyen emeği-ev içi emek inceleme ve tartışmaları için de özel olarak aynı değerlendirme geçerlidir. Bu dosya kapsamında özellikle ev içi emek konusuna ışık tutmaya, bu konudaki analitik yaklaşımı olgunlaştırmaya çalıştık. Bu, öncelikli olarak, ev içi emeğin tanımını yapmaya, iktisadi ve toplumsal kökenlerini ortaya koymaya çabasıdır. Şüphesiz ki, ancak böyle yapıldığında, ev içi emek gibi karmaşık bir konu kapsamında somut ilerleme sağlanabilir. Bu yanıyla baktığımızda, dosya kapsamında yayınladığımız yazılar, birer tartışma yazısıdır, hareket ve muhakeme halindeki düşüncenin yazılı ifadeleridir. Aynı zamanda son fikirlerin değil, kapsamlı ve doymuş tartışmalarla sonuçlandırılması gereken fikirlerin ifadesidir. Bundan gerek tek başına gerekse de değişik başlıkların altında yürütülecek tartışmalarda, kadın özgürlük anlayışının bütünlüğü içerisinde ev içi emek konusunu ele alacağımız sonucuna varabiliriz. 2011 Şubat’ında kongresini toplayan Sosyalist Kadın Meclisleri, kadın kitlelerinin politik hareketinin bir talebi olarak, ev içi emeğin ücretlendirilmesi talebini destekleme yönünde bir belirleme yapmıştır. Ne var ki, politik bir karar ve yönelim konusu olarak ele alınan ev içi emek ve ücretlendirilmesi konusu, hala teorik boyutlarıyla ve kadın özgürlük mücadelesinin gelişim çizgisi bakımından altı doldurulması gereken bir konudur. Bu eksenden geliştirilecek güncel politik harekette gücünü, kurulan düşünsel temelden alacaktır.
Dolayısıyla, dosya kapsamında paylaştığımız yazılar, bu konuya hem bir giriş hem de tüketilmesi gereken tartışmalara dair fikir ve analizleri içeriyor. Açık ki bu, konuya girdiğimizde bir çırpıda tamamlanamayacak olduğunu görmemizle ilgilidir. Tartışmaların teorik ve politik açıklığın sağlanmasına, mücadele yöntemlerinin gelişimine hizmet etmesini umuyoruz.
Dergimizin bu sayısında, dosya yazılarının dışında “Marksizm’de Kadın Özgürleşmesi” başlıklı bir yazıya yer vererek, aslında gelecek sayının dosya konusuna dair de bir başlangıç yapmış oluyoruz. Kadın devrimi penceresinden, kadın ve sosyalizm temasını içeren çeşitli yazılar daha önce de dergimizde yayınlandı elbette. Ama gelecek sayımızdan itibaren devrim-sosyalizm deneyimleri ve toplumsal mücadelenin kadın bağlamlı konularına dair kapsamlı bir tartışma başlatmayı hedefliyoruz.
Sosyalist Kadın Meclisleri’nin seçim deklarasyonunu da bu sayımızda okurlarımızla paylaşmak istedik. Kadın kitlelerinin güncel ve temel taleplerini hatırlamak, hatırlatmak ve bir mücadele kaldıracına dönüştürmek için, bir kez de biz dergi sayfalarımıza kaydettik.
Hatırlamak deyince, kavgamızın “Işık”ı Kutsiye Bozoklar’ı unutmak olamazdı. O artık bütün sosyalist kadınlar ve ezilen kadın kitleler için direncin, aydınlanmanın, kadında devrimin ve devrimde kadının sembolüdür. Biz hala onun ışığına sorular soruyor, onun direncinden güç buluyor, bilincimizi onun pırıldayan sözlerine emanet ediyoruz. Yüreğimizde ölümsüzleşmesinin 2. yılında Kutsiye’yi ve onda billurlaşan devrimi, devrimci kadını seviyoruz. Bu sayımızda onun anısına yayınladığımız yazı, bir kez daha tarihten bugüne kadın devrimi bilinciyle yürüyeceğimiz yolu, kolektif deneyim ve tarihsel sürekliliğimizden beslenen birikimi gösteriyor bize. Yoldaş Işık’ı bir kez daha anısına saygı ve bağlılıkla selamlıyoruz..
Ve yeni bir sayıda, yenilenmiş enerjimizle buluşmak üzere diyoruz…

Categories: Sosyalist Kadın 7 | Yorum bırakın

Gecenin Evinde Yangın Çıkarmak

Değerli yoldaşlar,
Öncelikle konferansımızı açma onurunu bana verdiğiniz için duyduğum kıvancı dile getirmek istiyor, kadın ve erkek tüm arkadaşlara, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak amacıyla geleceğe doğru sürdürdüğümüz uzun yürüyüşte güç ve başarı diliyorum. Kadın ve erkek olarak ama önce İNSAN olmanın bilinciyle, el ele ve omuz omuza geçeceğiz tüm engelleri ve hep birlikte haykıracağız:
“Ve artık gecenin evinde yangın çıkartacağız/ çocuklarımızın başıyla kıracağız karanlık camlarını/ ve bizden sonra gelenler, demir parmaklıklardan değil/ asma bahçelerinden seyredecekler/ bahar sabahlarını yaz akşamlarını.” Ben sizi daha sözlerimin başında hep birlikte gecenin evinde yangın çıkarmaya çağırıyorum. Karanlık çok yoğun gözüküyor, sabah yakın demektir.
Yoldaşlar,
Bilinen bir gerçektir: erkek ya da dişi olmak biyolojik bir durudur. “Kadın olmak”sa toplumsal ve ekonomik bir olgudur. Sınıflar ve sınıf sömürüsünün yani özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla çakışır “kadınlık durumu”. Özel mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkmasıyladır ki, kadın ve erkek arasındaki ekonomik karşıtlık ve cinsiyetler arasındaki sömürü gündeme gelmiştir. Ve ancak özel mülkiyetin tümüyle yok olmasıyla birlikte insanın insan tarafından sömürülmesinin ve köleleştirilmesinin maddi koşulları ekonomik ve toplumsal olarak tarihe karışacaktır.
Ama kadın ve erkek arasındaki tam hak eşitliği ve özgürlük, bu aşamaya gelene dek hem toplumsal pratik hem de görüşler düzeyinde köklü değişimleri gerektiren uzun süreli bir mücadele sonucu gerçekleştirilecektir.
“Bütün ölmüş kuşakların geleneği, bir karabasan gibi, yaşayanların beynine çöker.” (Karl Marks, 18. Brumaire)
Bu, kadınların toplumdaki yeri ve görevine ilişkin olarak herkesteki duygu, düşünce ve istek konusunda son derece doğrudur. Bunda, başka herhangi bir ilişkidekine göre çok daha güçlü biçimde, yüzyılların, bin yılların gelenekleri yaşamaya devam eder. Anlayışta, alışkanlıklarda, yaşam biçiminde, hep yeniden yeniden, kadının analık bağı dolayısıyla erkeğin ilk ve en eski mülkü haline gelmesi ortaya çıkar. İşte bu yüzden biz, yalnız kadının köleliğinin kaynaklandığı sosyal ilişkileri değiştirmek zorunda değil, aynı zamanda insanların beynini de -erkeklerin de kadınların da- geleneklerin karabasanından kurtarmak zorundayız. (Clara Zetkin) Diyelim ki Konferansınız bu zor ve uzun soluklu değişim mücadelesi için bir atılım ve itici güç unsuru olsun.
Yoldaşlar, yine bilinen bir gerçektir, kadının ekonomik ve toplumsal bağımlılığı, zorun da rolüyle bir kez başladıktan sonra, şiddetin yarattığını, dinler ve töreler kutsal bir hak haline getirdiler. Böylece kadının zayıflığı ve geriliği yüzyıllar boyu temel bir dünya görüşü haline geldi. Ve bunun üstüne bedeni, ruhi ve ahlaki temel bir baskı sistemi inşa edildi. Kadın cinsi eve kapatıldı, kadının gelişmesi tek bir yöne kanalize edildi. Aile içinde ve aile için erkeğin hizmetinde çalışan, ırkın üremesini sağlayan ev kölesi oldu kadın. Doğanın ve tarihin yasalarını bozmadan, kadının aile uğraşılarından çıkamayacağı söylendi; tabiat bütün uzuvlarıyla kadını erkeğin kölesi olarak tayin etmişti. Ve ahlak, anatomi, fizyoloji, istatistik, tarih, felsefe elbirliğiyle kadını eve kapanmaya, ev köleliğine mahkum etti.
Bu durumda kadınlar yüzlerce yıldır, ruhsal ve fiziksel olarak aşağılık, bayağı, sinirlendirici, yıpratıcı güçten düşürücü, küçültücü koşullarda yaşadılar. Ve bu domestik kölelik ortamı, onların yeteneklerini köreltti, dumura uğrattı. Bütün bunlara rağmen kapitalizme kadar, sözcüğün modern anlamında kadın sorunu gündeme gelmedi. Kadın sorunu, gerçekte aynı işçi sorunu gibi, sanayi devriminin ve büyük üretimin sorunudur. Eski ev ekonomisi yürürlükte olduğu sürece bir kadın sorunu gündeme gelemezdi. Çünkü o zaman kadın aile içinde en önemli üretici güçtü. Ve tüketim maddelerinin aile içinde kadın işgücü tarafından üretilmesinin vazgeçilmez olduğu böylesi koşullarda, kadın ev kölesi olarak eski çerçevesine zincirli kalmak zorundaydı. Kadının durumunu şu ya da bu ölçüde yükseltmek söz konusu olabilirdi, ancak; kadının bütün durumunun temelini sarsmaktan kendi bireyselliğini geliştirmesinden, toplumsal hak eşitliğinden söz edilemezdi. Gerekli sözleri makine, buhar gücü ve elektrik söyledi. Clara Zetkin “Kadının kurtuluşu düşüncesi kurtarıcısı (Mesih) olarak Makine ortaya çıkmadan ve dişli çarkların tangırtısı, gümbürtüsüyle kadının insan oluşunu, onun ekonomik bağımsızlığı öğretisini ilan etmeden ortaya çıkmazdı” der. Kapitalizm eski ev ekonomisini yıktı. Ailede kadının üretici faaliyetini, kapitalist üretim yüklenmiş oldu. Ve ekonomik gelişme, ev içi üretimleri toplum içine taşıdı. Böylece, üretim aletlerinin gelişmesi ve bunun sonucu ortaya çıkan üretim ilişkileri, kadının aile içindeki faaliyetinin ekonomik temelini yok eti ve kadının ev dışındaki ekonomik ve toplumsal faaliyetlerinin koşullarını yarattı. Kadının ev dışına kayan rolü, onun ekonomik bakımdan bağımsızlaştırırken erkeğin kadın üzerindeki, siyasal ve toplumsal söz hakkının madde temellerini ortadan kaldırdı. Kadının evde kalması, evi idare etmesi, çocuk yapıp, onları beslemesi burjuvanın tercihi olmasına rağmen, kapitalizmin ev ekonomisini yıkmasıyla bu tercihin haklılık zemini ortadan kalkmış ve ideolojik bir kalıntıya dönüşmüştür. Biliyoruz ki, her zaman toplumsal kurumlar ve insanların düşünceleri yeni ekonomik olguların gerisinde kalır.
Bu kadın sorununda her zamankinden daha çok böyledir. Evin dışına çıkan ekonomik ve toplumsal yaşamda erkekle rekabete giren kadın, kendi bireyselliğinin gelişiminin sınırlandığını ve toplumsal hak yoksunluğunun onların kendi çıkarlarını korumasının karşısına çıktığının bilincine vardı. İşte o zaman modern KADIN SORUNU ortaya çıktı. Kadın sorunu yalnızca bizzat kendileri kapitalist üretim tarzının ürünü olan sınıflar içinde vardır. Ve bu durumda kadın sorunu burjuva kadın için farklı, küçük ve orta burjuva kadın için farklı proleter kadın için farklıdır ve doğrusu bizi ilgilendiren başta proleter kadınlar olmak üzere emeğiyle geçinen kadınların sorunlarıdır. Kapitalizm kadını özgür kılmak için değil, onu erkekten daha fazla sömürmek için aile yaşamından çıkardı ve toplumsal üretime itti. Ve burjuvazi kadını aile içine hapsetmek için dikilen ahlaki, politik, hukuki ve toplumsal engelleri devirmemeye özen gösterdi. Bu yüzden kapital tarafından sömürülen kadın özgür emekçinin sefaletine katlanır ve geçmişin zincirlerini taşır. İki türlü ezilmişlik, çifte sömürü dediğimiz de budur işte.
İnsanlık önüne ancak çözümleyebileceği sorunları koyar, deriz. Marksizm bize; kadın sorununun genel toplumsal bağlantılar ışığında, onun tarihsel olarak koşullanmışlığını ve haklılığını açıkça kavramayı öğretir, ortaya çıkan sorunların nasıl çözüleceğinin perspektifini sunar. Kadının ezilmişliğinin ortadan kaldırılması tam hak eşitliğinin kavranması , onu bağlayan ekonomik, siyasi, hukuksal ve ahlaki zincirlerden kurtulmasını istiyorsak, önce eşitsizliğin kaynağını kurutmak gerekir. Eşitsizliğin nasıl ortaya çıktığının belirlenmesi, ortadan kaldırılmasının yolunu da gösterecektir. Özel mülkiyetin ortadan çıkmasıyla başlayan ve kapitalizmle gündeme gelen kadın sorunu, özel mülkiyetin ortadan kalması ve kapitalizmin gündemden silinmesiyle çözülmeye başlayacak, kadın ancak komünizm koşullarında fiziki ve zihni yeteneklerini sonsuz geliştirebilecektir. Komünizmle emeğin cinsel bölünmesine son verecek, bu tüm emek biçimleri arasındaki farkın ortadan kalkmasının bir parçası olacaktır. Alman İdeolojisi’nde söylendiği gibi; “Komünist toplumda kimse tek bir özel etkinlik alanında çalışmayacaktır, herkes dileği alanda uzmanlaşabilecektir, üretimi toplum düzenleyecek ve bunun sonucunda benim bir gün bir şey yarın başka bir şey yapmak, sabah avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam çobanlık yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanaklı hale gelecektir ve bunun için avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmam gerekmeyecektir.” Emeğin bölünmesinin ortadan kalktığı koşullarda kadın ve erkekler insani yönlerini tam olarak geliştirebileceklerdir. Komünist toplumda “herkesin özgür gelişmesinin tüm toplumun özgür gelişmesinin koşulu olduğu bir birlik” gerçekleştirilecektir. Komünizmin zaferiyledir ki, kadın erkek çelişkisi de bir cinsin diğerine karşı zaferiyle sonuçlanmayacak, beyince ve vücutça gelişmiş kadın ve erkekler tarafından yeniden inşa edilecek, entelektüel ve bedeni gelişim bakımından karşılaştırma gerekmeyen bir dönemde eşit ve özgür kadınlar dünyası doğacaktır. Kadın, anne, eş ve ev kadını olarak sömürülmeyecek, ev işleri kamusal iş haline gelecek, annelik sosyal bir iş haline gelecek, çocukların sosyalizasyonu sağlanacak, aile ekonomik birim olmaktan çıkacak, iki özgür bireyin sevgi üzerine birlikteliği, şimdiden biçimini söyleyeceğimiz bir tarzda ailenin yerini alacaktır. Ve öngörülebilir ki, Paul Lafargeu’nin dediği gibi, “Annelik ve aşk, kadına, ilkel toplumlarda işgal ettiği ve anısının antik dinlerin efsaneleri ve mitleri tarafından muhafaza edildiği üstün durumunu yeniden elde etmesine imkan verecektir.” İşte bu nedenle ben kadın sorununu insanlığın geleceği olan komünizmden ve sosyalizmden ayrı düşünemiyorum ve kadın sorununu sosyalizmin çözmesi gereken toplumsal sorunun yönlerinden biri olarak görüyorum.
Eğer kadının kurtuluşu kavgasından söz edeceksek, bilmeliyiz ki; kadının kurtuluşu kavgası kadının tam toplumsal hak eşitliği ve özgürleşme kavgasıdır. Kadın cinsinin sömürülmekten ve özgürlük yoksunluğundan kurtulma kavgasıdır. Anne, eş ve ev kadını olarak sömürülmekten, mutfak ve çocuk odası arasında geçen o bıktırıcı yaşantıdan kurtulma kavgasıdır. Ve kadının ezilmişlikten kurtulma kavgası, toplumun ezilmişlikten kurtulma kavgasından ayrı düşünülemez. Kadının cinsiyet köleliği özel mülkiyet temelinde ve onunla birlikte geliştiğinden erkek cinsiyetinin kadın cinsiyeti üzerindeki egemenliğini kırmak ancak özel mülkiyet düzenine son vermekle mümkündür. Diğer tüm çözümler geçicidir. Sınıf köleliğine yol açan düzen, cinsiyet köleliğini ayakta tutmakta ve zenginleştirmektedir. Kurtuluş özlemi çeken tüm kadınların çıkarlarının temsilcisi proletaryadır. Kurtuluş sosyalizmdedir. Proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi olmaksızın kadınların gerçek ve tam kurtuluşu olanaksızdır. Kadınlar katılmaksızın da sosyalizmi kurmak olanaksızdır. Her şey bir yana onlar dünyanın yarısıdırlar. Kapitalizmin var olduğu yerde, toprakta, fabrikada, atölyede, büyük işletmelerde özel mülkiyetin var olduğu yerde, sermayenin gücünün hüküm sürdüğü yerde, erkeğin ayrıcalıkları saklı kalır. Özel mülkiyet cinsiyetçi ve ataerkil görüşü yeniden yeniden üretir. Bu nedenle bizim mücadelemiz cinsiyetçiliği üreten sistemi toptan değiştirmektir. Cinsiyetçiliği var eden ve destekleyen yapıları değiştirdiğimiz anda eşitliği sağlamaya başlar ve özgürlüğün ufkunu açarız. İşte biz, bir yandan erkeğin üstünlüğünü, egemenliğini kutsayan düşüncelerle mücadele ederken, temel çelişkiyi tüm erkeklerle tüm kadınlar arasında gören, bu nedenle sosyalist olsun radikal olsun özünde sınıfın sınıfa karşı savaşını; sömürülenin onu ayaklar altına alanla savaşını reddeden, baskıyı, eşitsizliği ve egemenliği yaratan nedenleri değil, onun görüngülerini yok etmeye çalışan ideolojilerle yani feminizmle aramıza gereken sınırları çekmeliyiz diyorum. Komünizme sosyalist düzene bunca yoğun saldırının yaşandığı koşullarda, kadının kurtuluş kavgasını yürüten özellikle komünist kadınlar, sosyalizmin saflığını korumak sosyalizm bayrağını yükseklerde tutmak zorundadırlar. Feminizmin sosyalizme yönelttiği saldırıların çoğu temelsiz ve dayanaksızdır. Komünist kadınlar marksizmin kadın sorununu ekonomik soruna indirgediği; sosyalizmin kadın sorununu çözemediği; kadın üstündeki baskının erkekler için yararının gözardı edildiği biçimindeki yanlış yargılarını çürütmeliyiz. Feminizmin mücadeleyi, “kişisel olan politiktir” deyiminde ifadesini bulan, özdeneyim ve bireysel tavır alışlara indirgemesinin kadının ezilmişliğini; biyolojik faktör ve erkeklik psikolojisiyle açıklayışının özündeki idealizmi ve feminizmin mücadeleyi sınırlayıcılığını açıklamalıyız. Sosyalizmin, feministlerin iddiasının tersine kadının “kadın olmaktan” doğan sorunlarının çözümünde gerekli koşulları yarattığını ayrıntılı olarak kanıtlamalıyız. Sosyalizm ilkin üretim araçları üzerindeki mülkiyeti kaldırır ve bu, kadının köleliğini doğuran koşulların ortadan kalkmasıdır. Kadının tam ve gerçekten kurtulması için ev köleliğinden kurtulması için yol, kadının ev ekonomisinin küçük ayrıntılarından kurtulup, toplumsallaştırılmış büyük ev ekonomisine geçmesiyle ve yalnızca böylelikle açılır. “Bu geçiş güçtür; çünkü burada söz konusu olan, pek derinlere kök salmış, alışılmış, katılaşmış, kemikleşmiş bir ‘düzen’in (gerçekte bir düzen değil, korkunç ve barbarca bir durumun) değiştirilmesidir.” (Lenin) sosyalistler durumun ciddiyetinin herkesten çok farkındadırlar.
Sosyalistler ikinci olarak, yasal hak eşitliğini, tam toplumsal hak eşitliğini gerçekleştirirler. Ama önemli olan ve zor olan ev içi köleliğin değiştirilmesidir ki; bu da anlayışlarda bir devrimle birlikte toplumsal ilişkilerde büyük değişiklik gerektirir. Feministler özellikle kadının aile içinde çocuk doğuran, yetiştiren ve ev işleri yapan konumunun (ev kadını konumunun) değişik üretim ilişkileri içinde ve değişik sınıflarda, kadının ezilmişliğinin temel nedeni olduğunda ısrar etmişlerdir. “Temel neden” saptamasını bir tarafa bırakırsak, kadının ezilmişliğini gidermede en zor işin ev içi köleliğin değiştirilmesi olduğunu sosyalistler bilirler. Feministler hala kişiselliğin politik olduğuyla, bilinç yükseltme ve bireysel deneyimle uğraşırken, ilk sosyalist devrimi gerçekleştirenler; kadının tam hak eşitliğinin sosyalizmde sağlanmasını yalnızca eski burjuva toprağının temizlenmesi olarak görür, “Ama toprağı eski burjuva yasaların ve kurumların molozlarından ne kadar çok temizlediysek, bunun yalnızca toprağın işlenmek üzere temizlenmesi olduğunu, ama henüz toprağın işlenmesinin kendisi olmadığını o kadar iyi anladık” der Lenin. Kadının EV KÖLESİ olması yani domestik kölelik, sosyalist ya da radikal feministlerin buluşu gibi görülürse de sorunu yalın biçimde ortaya koyan Lenin’dir. Köleliğin olduğu yerde ödenmemiş emek de söz konusudur elbette. Lenin 1919 yılında bu konuda şöyle diyordu: “Kadın bütün özgürleşme yasalarına karşın, eskisi gibi ev kölesi olarak kalıyor; çünkü onu mutfağa ve çocuk odasına bağlayan onun yaratma gücünü düpedüz barbarca üretken olmayan, bayağı, sinir törpüleyici, köreltici, yıpratıcı bir çalışmayla boşa harcatan ev ekonomisinin ayrıntılarıyla eziliyor, bunalıyor, köreliyor, aşağılanıyor. Kadının gerçek özgürleşmesi, gerçek komünizm ev ekonomisinin ayrıntılarına karşı, ya da daha doğrusu, sosyalist büyük ekonomi için onun kökten değiştirilmesi uğruna (devlet çarkının başındaki proletaryanın yönetiminde) yığın savaşımı nerede ve ne zaman başlarsa, ancak o zaman ve orada başlayacaktır.” diyor. Peki bu alanda komünizmin nüveleri, tohumları nelerdir? Her zaman olduğu gibi ön koşulları büyük ölçüde kapitalizm içinde, onun tarafından yaratılmış araçlar: “Kamusal aşevleri, çocuk bakımevleri, yuvalar -bunlar bu tür tohumların en güncel örnekleridir, bunlar bütün böbürlenmelerden tumturaklardan, resmilikten uzak, kadını özgürleştirmeye gerçekten uygun olan, onun toplumsal üretimdeki ve kamu yaşamındaki rolü itibariyle erkek karşısındaki eşitsizliği azaltmaya ve yeryüzünden kaldırmaya gerçekten uygun olan yalın günlük araçlardır.” Ev işinin toplumsallaştırılması, anneliğin sosyal görev olması, çocukların sosyalizasyonu, sosyalist toplumun gerçekleştirme girişiminde bulunduğu şeylerdir ve bunlar kadının özgürleşmesinin sağlanması için yapılması gereken temel önlemlerdir. Kadının ancak bir köleninki ile karşılaştırılabilecek durumu, ancak yaşamın her alanındaki kolektifleşme arttıkça düzelecek ve kadın özgürleşecektir. Kadının tam kurtuluşu ev işinin toplumsal kurumlar tarafından yapılması, kadınsa genel üretken çalışmaya katılmasıyla sağlanabilir. “Sovyet Cumhuriyetlerinde Kadının Görevleri” adlı konuşmasında Lenin; “Ev işleriyle uğraşan kadının durumu her zaman yorucudur. Kadının tamamen hür ve erkeğin gerçekten eşiti olabilmesi için, ev işlerinin kamu görevi olması ve kadının genel üretime katılması gereklidir. Böylece kadın erkekle aynı konumda olacaktır” der. Daha devrimin başlangıcında “ev işlerinin kamu görevi olması”nı savunmak, kadın sorununu yalnızca sosyalistlerin çözebileceğinin bir göstergesi ve en gelişmiş burjuva cumhuriyetlerinde bile görülmeyen bir adımdır. Lenin’in ısrarla değindiği problem sosyalizm altında kadın sorununun çözülmeyeceğini söyleyen feministlere bir nazire gibidir. Lenin sürekli; “Kadınları o köreltici ev ve mutfak atmosferinden çıkarmaksızın, hiçbir gerçek özgürlük güvenceye bağlanamaz, sosyalizm şöyle dursun, demokrasi bile kurulamaz” diyen, kadının ev kadını ve anne rolünün değişmesinin gerekliliğini vurgulayan kişidir.
Uluslararası Kadınlar Günü (1921) nedeniyle yayınladığı mesajında da yine aynı vurguyu görürüz. “Kadınlar politikaya çekilmeksizin yığınlar politikaya çekilemez”, diyen Lenin, kadınların hem sermaye tarafından ezilmesini hem yasal hak eşitlikleri olmadığını söyler ve en önemlisi budur, diyerek kadınların “en kaba, en ağır, en çok körelten işte, mutfaktaki ayrıntılarda ve bütün olarak aile yönetiminin ayrıntılarıyla ezildikleri için ‘ev köleliği’ içinde kalırlar” diyerek ev köleleri olarak kaldıklarını söyler ve Bolşevik devrimle biçimsel eşitliğin sağlanması için gerekli her işin yapıldığını; ikinci en önemli adım, toprakta, fabrikada ve işletmede özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Kadının tam ve gerçekten kurtulması için ev köleliğinden kurtulması için yol, kadının ev ekonomisinin küçük ayrıntılarından toplumsallaştırılmış büyük ev ekonomisine geçilmesiyle ve yalnızca böylelikle açılır. Lenin hep “Sosyalizmin yerine oturması, ancak kadının tam eşitliğini gerçekleştirdikten sonra, bayağı, aptallaştırıcı üretici olmayan çalışmasından kurtulmuş kadınla ortaklaşa girişirsek, mümkün olacaktır. Bu iş için bize çok yıllar gerekecektir. Bu iş ne kadar parlak etkiler yaratabilir, ne de o kadar çabuk sonuçlar verebilir” der.
Sosyalizmin; Sovyetler rejimini sınıfların kaldırılması için son kesin savaşım olduğunu söyleyen Lenin, “Ezilen cinsiyet de dahil kapitalizmin ezdiklerine verdikleri demokrasi bile bize yetmez” der ve devam eder:
“Tamamen biçimsel bir eşitlikle yetinmeyen kadın işçi hareketi başlıca görevi olarak kadının sosyal ve ekonomik eşitliği için savaşmayı kabul eder. Kadını üretici sosyal çalışmaya sokmak, ‘ev işi köleliğinden’ söküp almak, mutfağın ve çocukların odasının, aptallaştırıcı, aşağılayıcı, ebedi ve yalnızca ona özgü boyunduruğundan onu kurtarmak; işte başlıca görev.
Bu savaş uzun sürecek, çünkü sosyal tekniğin ve törelerin radikal bir değişikliğini gerektirmektedir, fakat komünizmin tam zaferiyle sonuçlanacaktır.” (1920)
Evet, Lenin’in sözleri bize yol gösteriyor. Evet, proleter kadın hareketi biçimsel bir eşitlik için değil, kadının ekonomik ve toplumsal eşitliği için savaşımı temel görev bilmelidir. Kadını toplumsal üretim çalışmasına katmak ve ‘ev köleliğinden’ domestik kölelikten kurtarmak. Ben kadınların kurtuluş kavgasını işte böyle bir süreç olarak alıyorum. Sosyalizm, pek çok konuda olduğu gibi revizyonist sapmalar sonucu bu sorunu da köklü bir biçimde çözemedi. Ama bu sorunları çözecek tek güç, tek şekillenme SOSYALİZM’dir. Kadının özgürleşmesi için ‘domestik köle’ olmaktan kurtulması lazım. Bunu sağlamak için ‘ev işinin kamu işi olması’ girişiminde bulunan sosyalistlerdir. Sosyalizmin “erkek egemenliğini” sürdürdüğünü savlayan feminist safsataları bir tarafa bırakmak gerektiğini düşünüyorum. En önemlisi aramızda var olduğuna inandığım ‘utangaç feministlerin’ de yalnız sosyalizmin sorunlarımızı çözeceğine inanması gerekiyor. “Sosyalist inşa koşullarında 1929’da ezilenlerle ezenlerin, sömürülenlerle sömürenlerin eşitliği olamaz” der ve işçilere köylülere şu soruların sorulmasını ister Lenin: “Hangi cinsin hangi cinsle eşitliği? Hangi ulusun hangi ulusla eşitliği? Hangi boyunduruktan ya da hangi sınıfın boyunduruğundan kurtuluş? Hangi sınıf için özgürlük?” Böylece Lenin ‘ezilen ulus, ezilen sınıf, ezilen cins’ arasında bağlantı kurar. Sanki ezilen cinsi, ezilen bir ulus, ezilen bir sınıf olarak görüyor gibidir. Bu soruları ortaya atmaksızın, bunları ön plana çıkarmaksızın, bunların sessizce geçiştirilmesine, gizlenmesine, örtbas edilmesine karşı savaşmaksızın politikadan ve demokrasiden, özgürlükten, eşitlikten ve sosyalizmden söz eden kimse, emekçilerin en acımasız düşmanıdır, mülk sahiplerinin, çarların ve kapitalistlerin uşağıdır. Sözlerin ağırlığına dikkatinizi çekmek isterim. Tıpkı özel mülkiyet ve ezilen sınıf gibi ezilen bir cinsiyet var oldukça herkes için özgürlük ve eşitlikten söz edilemeyeceğini söyler. “Ezilen cins için özgürlük ve eşitlik” sloganını haykırır 1919 yılında. Şimdi sosyalizme her türlü saldırının olduğu koşullarda bunları, Lenin’i aklınızdan çıkarmayın ve kadınların kurtuluşunun sosyalizmin gerçekten kurtuluşu ile neredeyse aynı anlama geldiğini unutmayın ve sosyalizm bayrağını yükseklerde tutun diyorum ben kadın arkadaşlar. Bunca sözü etme nedenim budur kısaca.
Son olarak Türkiye devrimci hareketinin kadın sorununa yaklaşımına değinmek istiyorum.
Türkiye devrimci hareketinin “kadın sorununa” yaklaşımı yeni. Daha doğrusu bu düzeyde bilinçli yaklaşımı yeni. 1980 sonrası gelişen feminist hareketin hiçbir şey olmasa da bizim için iyi bir meydan okuyuş olduğunu düşünüyorum. “Seksen sonrası ikinci mücadele biçimleri gündeme geldi bu arada da kadın sorunu” deniyor. Sorunun kendisinin; çözümlerin kendini dayattığı koşullarda gündeme geldiğini de gözardı etmeyelim. Ancak ben kendi deneyimlerimden yola çıkarak geçmişte Hareket içinde kadın erkek ayrımının hiç olmadığını söyleyebilirim. Mücadele içinde bir yarışma vardı hatta. Kadın işçilerin arasında yürütülecek özel kadın çalışmasının adımları atılmıştı. Görevlerde ayrımcılık yoktu. Ve çok önemli bir şey şu, ünlü “bacı” edebiyatı yoktu. Bu köylülüğün “temel”, işçi sınıfının öncü olduğunu söyleyen bir hareket için önemli bir göstergeydi. Devrimci bir gösterge…
1974 sonrasını düşünüyorum da şu ünlü “bacı” sıfatına karşı bile kadın arkadaşlarımızdan bir tepki gelmedi. Erkek “yoldaş” ve “arkadaş” oluyordu, kadın ise “bacı”. Bırakın hareketleri, kadınların kendilerinden, köylü sosyalizminin, feodal ahlakın bir yansıması olan ve özünde cinsel ayrımcılığın bir göstergesi olan bu sıfata karşı bir tepki gelmiyordu. Bu beni hep şaşırtmıştır. Ancak şunu teslim etmek gerekir ki, devrimci hareketler içinde kadının gelişiminin ufku daima açıktı. ‘68’lerin batılı kadın devrimcilerinin şikayetçi oldukları işte: “Bizi yalnızca daktilo yazan, büro temizleyen, çay pişiren kişiler olarak görüyorlardı” sözünü doğrular nitelikte bir tutum yoktu. Ki, 68’li yılların batılı kadın devrimcileri daha sonra radikal feminist hareket içinde yer almıştır. Ben kendi payıma, kadının “arkadaş” olduğu ve yeteneklerinin köreltilmediği, görev ayrımının yapılmadığı bir dönemi gönül rahatlığı ve sevgiyle hatırlıyorum.
Şimdi önümüzde yeni bir dönemin açıldığına inanıyorum. Binlerce yılın ekonomik, toplumsal ve düşünsel birikimini ve alışkanlıklarını değiştirmek kolay değildir. Ama artık daha gelişmiş ve daha bilinçli ve daha donatımlıyız. Marks’ın dediği gibi; “Kitleleri sardığında teori de şiddet olur”. Biliyoruz ki, kadın ve erkeğin eşitliği yasalarla ve diğer önlemlerle sağlanacak biçimsel bir şey değildir. Eşitliği yaşama geçirmek geçmişin köhnemiş ahlaki ve kültürel değerlerini yıkmak, yeni bir insan ve yeni bir kültür yaratacak olan komünist kadın ve erkeklerin görevidir. Bu iş bugünden başlayarak sosyalist yaşam anlayışını pratikte uygulamaya girişmekle, sosyalizmi önce bir yaşam biçimi olarak benimsemekle başlar.
O halde şimdiden başlayalım gelecek güzel günleri hazırlamaya!
Kadın ve erkeği birbirine düşman gören burjuva anlayışlara karşı duralım!
Düzenin kendisine değil, düzen içinde kadının yerine karşı çıkma eylemi olarak gelişen feminizm türü burjuva kadın hareketlerini;
Kadın-erkek çelişkisini, sınıf çelişkisinin önüne koyan, kadınlar arasındaki sınıf çelişkilerinin varlığını pratikte reddeden, küçük burjuva sosyalist feminist kadın hareketlerini ideolojik olarak mahkum edelim;
Örgütlü gücün yenilmezliği ilkesinden hareketle “Komünist Kadın Hareketini” yaşama geçirelim.
Komünist hareketin örgütlü mücadelesinin her alanında eşit hak ve yükümlülüklere sahip bireyler olarak, daha fazla kadın arkadaşın çalışması ve katılımı yolunda güçlerimizi birleştirelim.
Kadınların mücadele yolunu aydınlatan sınıf mücadelesinin yüce ışığıdır. Kadınlar devrim ve sosyalizm mücadelesinde, sınıfların, ülkelerin ve kendilerinin kurtuluşu için vardılar, varlar ve var olacaklar! Ben devrimci, yurtsever ve komünist tüm kadın arkadaşlarıma, mutluluğu fethe çıkmalarını öneriyorum. Çünkü “Mutluluk fethedilir, kendi kendine gelmez.”

Categories: Sosyalist Kadın 7 | Yorum bırakın

Kadının Görünmeyen Emeği

Cinsel iş bölümü, tarihsel ve toplumsal bir kategoridir. Aynı zamanda toplumsallaşmanın başından bugüne değin var olan bir olgudur. Cinslere göre iş dağılımı insanın doğayla mücadelesinin geri olduğu dönemlerde ortaya çıkmış ve esasında toplumsal bir olgu olarak var olmuştur. Cinsel iş bölümüne göre kadının maddi yaşamı ürtemedeki rolü ev odaklı bir temel üzerinden yükselmiştir. Kadının türün üremesinde aldığı zorunlu rol, evin hem toplumsal hem de ekonomik bir gerçek haline gelmesinde belirleyici olmuştur.
İlkel komünal toplumda evin önemi kadını da yaşamın merkezine taşır. Buna karşın sınıflı toplumlarda ev, kadının köleleşmesinin hem koşulu hem de sonucu olur. Dolayısıyla ev kamusal niteliğini kaybeder ve erkek cinsinin özel alanına dönüşür. Böylece kadın, maddi yaşamın üretilmesinde harcadığı emekle onun doğal bir uzantısı haline getirilir. Dahası ev, toplumsal rollerin kazanıldığı temel alan olurken aynı zamanda kadının nesneleşerek kendine yabancılaşmasının da temel üssü haline gelir. Kadının nesneleşmesinin önemli bir boyutu ev içinde harcadığı emeğin görünmezliğinde somutlaşır. Ataerkil sistemin de sınıflı toplumlarla kaynaşma zemini burada doğar ve aynı noktalardan sınıflı toplumların yapısına uyum gösterir. Bu bakımdan erkek egemen sistem tüm sömürücü sınıflı toplumlarda olduğu gibi sırtını sermaye düzenine yaslar, kendini üretmenin koşullarına daha fazla sahip olur
Cinsel çelişkinin odağı durumunda olan evin, hem ataerkillik hem de kapitalizm bakımından bağlantı noktalarını kurmak önem kazanır. Esasta kadının ev içinde harcadığı emeğin, onun doğal bir parçası olmayıp aksine toplumsal ve ekonomik bir olgu olduğunu ortaya koymak gerekir. Bu bakımlardan evden harcanan emeği tanımlamak zorunludur. Bu tanımlama, gerek evde “bir iş” yapıldığını ortaya koymak gerekse de kadının ev içindeki konumunun sorgulanması bakımından önemlidir. Cinsel köleliğin maddi zeminleri ancak buradan ortaya çıkar. Bu temeller kadın devriminin üzerinden yükseleceği zemine ışık tutar. Dolayısıyla, evde harcanan ama görünmeyen emek hem köleleşmenin hem de özgürleşmenin temel noktalarını aydınlatmak bakımından yaşamsaldır.

Kapitalizm ve ev içi emek
Maddi yaşamın üretim ve yeniden üretimi, gereksinimlerin ve türün üretimine dayanır. Her iki üretim de birbirine bağlı olarak gelişir ve dönüşür. Kapitalist üretim biçiminin ataerkil düzenle kaynaşma noktası aynı zamanda üretim ve yeniden üretimin, yani üretimin ikili boyutunun birbirleriyle uyumlu bir biçimde gelişimini ortaya koyar. Kapitalizm, ataerkil sistemi devralırken aynı zamanda ikili üretimin hem birbiri arasındaki bağıntısını değiştirir hem de onu kendi var oluş zemini üzerinden yeniden yapılandırır. Kadının köleliği her iki toplumun temel gerçeği olurken, kadının evdeki konumu özünde değişmez. Ancak yine de ortaya çıkan farklılıkların görülmesi gerekir. Zira kapitalizmde ev içi emeğin üretime bağlı olarak nasıl ele alındığı, feodalizmle ayrışma noktalarında açığa çıkar.
Feodalizmde serf erkeğin toprağa bağımlı köleliği onun aile kurma gibi kısmi haklar elde etmesini engellemez. Feodalizmde aile üretici birim rolünden dolayı toprak sahiplerine fazlasıyla sömürü olanağı tanır. Ailede hem gereksinimlerin hem de türün üretimi sağlanır. Ev işleriyle tarladaki işler içiçe geçer. Aile aynı zamanda ataerkil sistemin temel kurumlarından biri olarak serf erkeğin cinsel egemenliğini de üretir. Feodalizmde aristokrat erkeklerin cinsel egemenliğini serf erkekle paylaşması, ataerkilliğin kurumsallaşmasının önemli adımıydı. Bu, aynı zamanda ataerkil toplumsal düzenin feodalizmle kurduğu en temel bağdır ve ailenin toplumsal sisteme daha fazla entegre olmasını sağlar.
Kapitalizm feodalizmin bağrından doğarken aynı zamanda erkek egemen sistem de çeşitli niteliksel değişimlere uğrar. Feodal üretim serf köylünün toprağa bağımlı emeğine dayanırken, kapitalist üretim ücretli emeğe dayanır. Kapitalizm varlığını ve devamını artı-değer sömürüsüne borçludur. Kentlerde sanayinin egemen hale gelmesi ve üretimin toplumsallaşması feodalizmin tüm iktisadi toplumsal, siyasal yapılanmasını alt üst eder. Bu değişime ataerkil sistem de uyum sağlar. Bu bakımdan sermaye düzeni ataerkilliği sınıfsal ve cinsel çıkarların uyumu çerçevesinde şekillendirir. Sırtını ataerkilliğe dayayarak sömürü sisteminin sürdürülebilirliğini sağlayan sermaye, erkek egemenliğiyle yapısal olarak kaynaşır.
Konumunu da yeniden üretmek durumundadır. Kapitalizmin tüm evrelerinde ‘iş’ ve ‘ev’ arasında kurulan denge, eve doğru bir eğilimle kurulur. Bundan dolayı, kadının evin dışındaki üretime katılımı her zaman iradi bir şekilde engellenir. Bügün dahi dünya kadın nüfusunun içinde büyük bir çoğunluk ‘tam mesaiyle’ evde çalışır. Kuşkusuz toplumsal üretime katılan kadınların evdeki konumu sarsılır. Bu olgu, kadının özgürleşmesi bakınmdan onun bilincini pozitif etkiler. Ancak cinsel işbölümünün toplumsal ayaklarının çatlamaya başlaması kadının köleliğinin temellerini değiştirmez ve ev kadınının temel konumlanma noktası olmaya devam eder. Buna bağlı olarak iş erkekte ve evin dışında somutlanır. Böylelikle ücretli emekçilik, erkek proleterin burjuvaziye bağımlılığını, “özgür” köleliğini üretirken, ataerkillik bakımından cinsel ayrıcalık alanı olarak onun egemenliği altında kadının köleliğini üretir. Erkeğin sınıfsal köleliği ile cinsel egemenliği kendi içinde bir parodoks gibi görünse de, esasında kapitalist sömürü sistemi bakımından uyumlu bir birlikteliğin belirtisidir. Çünkü her iki olgu, hem kapitalizmin hem de erkek egemen sistemin çıkarınadır. Nihayetinde her iki sistemin kaynaşmasının zemini çıkarlarda somutlanır. Erkek evdeki egemenliğini ‘şartsız’ kullanır. Ve erkek bu koşullarda emek gücünü yeniden üreterek sermayaye hizmet eder.
Kadın, kapitalizmde gereksinimlerin üretiminden büyük bir oranda kopartılarak eve hapsedilir. Buradan hareketle evin sınırları içinde harcanan emeğin karşılığı yoktur. Temelde ev işleri erkeğe hizmette somutlandığı için aynı zamanda toplumsal üretimden de soyutlanmış bir görüntü çizer. Ev içi emeğin bu özelleşmiş ya da kişiselleşmiş görüntüsü onun görünmezliğini de yeniden üreten bir faktördür.

Ev içi emeğin kapsamı nedir?
Ev içi emeğin görünmezliğini besleyen temel etmenlerden biri, ev içinde kurulan çalışma sisteminin karmaşık yapısıdır. Bu yapısal olgu, tam gün evde çalışan kadınlar için daha çok geçerlidir. Dolayısıyla, ev içinde neyin hangi zaman aralıklarında yapıldığını hesaplamak zordur. Gülnur Acar Savran bu olguyu şöyle tanımlıyor: “Ev içinde yapılan işlerin belirlenmiş mesai saatleri yoktur. Bu düzende, çalışmayla dinlenmeyi, iş zamanıyla boş zamanı, iş yapmakla sevgi paylaşmayı ayrıştırmak neredeyse olanaksızdır; tersine iç içedir bunlar. Böyle olunca da neyin emek harcama, neyin sevgi ve şefkat gösterme, neyin çok sıklıkla şiddet tehdidi karşısında zorunluluktan yerine getirilen görevler, neyin gönülden yaşamı paylaşma olduğu görülmez.”(1) Bu değerlendirme doğru olmakla birlikte kadının ev içinde harcadığı emeğin miktarını hesaplamak imkansız değildir. Örneğin Selma James’in “Cinsiyet, ırk, sınıf” eserinde bu konuda fazlasıyla örnekler ve tartışmalar vardır. Kadının ev içinde harcadığı emeğin bu noktada hesaplanabilir olması hatta Gayri Safi Milli Hasıla’ya dahil edilip edilmemesi tartışmaları önemlidir. Bu konuda en son Çin’de bir yüksek lisans öğrencisinin yaptığı araştırma çarpıcıdır. Araştırmaya göre, kadınların evde harcadığı emeğinin ücretlendirilmesi durumunda yıllık 134 bin dolar alacaklardır.(2) Bu rakam ayna zamanda Çin’deki ekonomik standartlar baz alındığında yüksek bir seviyeye tekabül eder.
Evde harcanan emeğin kapsamı da miktarıyla doğru orantılıdır. Bu kapsam, emperyalist küreselleşme koşullarında daha da genişlemiştir. Neoliberal ekonomik politikaların bir sonucu olan bu gelişme cinsel işbölümünü de derinleştirir. Dolayısıyla temizlik, yemek, çamaşır, alışveriş kapsamında ele alınabilecek tüm işler kadının esas görev alanı olurken ve bunlar kadının yeniden üretimde aldığı rol üzerinden merkeze oturur. Yaşlıların, engellilerin, hastaların bakımı bugün daha fazla kadının omuzlarındadır. Zira, emperyalist küreselleşmeyle birlikte “sosyal devlet”in tasfiyesiyle bu işler büyük bir oranda eve kayar. Ayrıca kadınların aile işletmelerinde ücretsiz çalıştırılmasını da bu ağır iş yüküne dahil etmek gerekir. Buna bir de kırsal alandaki tarım işletmelerinde (aileye ait) çalışan kadınları eklediğimizde kadının evdeki mesaisinin boyutu açığa çıkar. Özellikle kapitalizmin gelişmekte olduğu ya da geri olduğu ülkelerde görünmeyen emeğin miktarı da kapsamı da alabildiğine genişler.

Yeniden üretim
Kadının ev içinde harcadığı emek, temelde türün üretimi ve emek gücünün günlük olarak yeniden üretimi üzerinden şekillenir. Her iki üretimin hem sermaye hem de ataerkil toplumsal düzen bakımından zorunluluğu ve birbirine bağımlılığı ortadadır.
Maddi yaşamın sürdürülebilirliği açısından türün üretilmesi, tartışmasız zorunlu bir toplumsal olgudur. Ataerkil toplumsal düzen bakımından türün üremesinin yaşamsal bir niteliği vardır. Keza, kapitalist üretimde türün üremesi emek gücünün istenilen oranda varolması demektir. Kapitalizmin yaşamasının temel koşulu artıdeğer üretimidir. Ve ancak bu türün üremesiyle kesintisiz biçimde varolur. Marks, “Kapitalin bir yandan emekçi nüfusu arttırarak fazladan kullanımı kısaca modern nüfus teorisinin ifade ettiği ama kavramadığı çelişkisi artıdeğerden kaynaklanır”(3) derken, kapitalist sistemde işleyen nüfus yasasıyla türün üretilmesinin bağlantısını kurar. Emek gücünün gerekli olanın üzerinde olması burjuvazi için istenilir bir durumdur. Emek gücünün bolluğu, artıdeğer sömürüsünün artmasına olanak tanır. Bunlardan dolayı kapitalist üretimin nüfus dengesi emek gücünün bolluğuyla ölçülür. Emek gücünün hem nicelik hem de nitelik bakımından istenilir düzeyde olması, kadının evde üstlendiği görevlere bağlı bir olgudur. Kadının evdeki rolünü burjuvazinin çıkarlarına göre oynaması demek, ev içi emeğe daha fazla mahkum olması anlamına gelir. Bu bakımdan kadının eve kapatılması burjuvazinin çıkarınadır.
Türün üretimi kadının evde harcadığı emeğin bir bölümünü emer. Ki, burada insan üretimi salt çocuğun fiziksel olarak dünyaya getirilmesini ve büyütülmesinden ibaret değildir. Doğum ve bakım, insan üretiminin ilk aşamalarıdır. Esasta toplumun nüfusunun yeniden üretimi bu ilk aşamadan sonra gelecek olan eğitimi de kapsar. İnsanın kendini üretmesi, gebeliği de kapsayacak biçimde çocuğun bakımı, büyütülmesi ve emek gücünü pazarda satacak bir yaşa gelene kadar gerekli eğitimin verilmesini gerektirir. Bu sürecin tümü insan üzerinde somut emek harcanmasını gerektirir. Burada işin konusu insandır. Türün üretimi yanlızca fiziksel bir varoluşa tekabül etmez aynı zamanda sınıflara ve cinslere özgü toplumsal konum ve hiyerarşinin yeniden üretilmesidir. Bugün bakımından bu kapitalist üretim ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ayrımlarının davranış normlarının kazandırılmasıdır. Kapitalizmde türün üretilmesinin erkeğe bırakılması ve sadece onun soyunun devamı gibi görünmesi türün üretiminin toplumsal niteliğini değiştirmez. Bundan dolayı insan üretimi toplumsal bir üretimdir.

Emek gücünün günlük olarak yeniden üretimi
Kapitalist üretimin devamı bakımından proleter erkeğin hergün kendini yeniden üretmesi zorunludur. Sermayenin kendini genişleterek yeniden üretmesinin koşulu, emek gücünün günlük olarak hazırlanmasında somutlanır. Emek gücü aynı zamanda emek kapasitesidir. Emek kapasitesinden, insanda bulunan hangi türden olursa olsun bir kullanım değeri üretirken harcadığı zihinsel ve fiziksel güçlerin toplamı anlaşılır. Ancak üretimin kapitalist biçiminde emek gücü pazarda kapitalist tarafından satın alındığında değişim değeri kazanır ve dolayısıyla metaya dönüşür. Marks “Emek gücünün değeri, öteki her metada olduğu gibi bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla yeniden üretimi için gerekli emek zamanı ile belirlenir. Emek gücü bir değere sahip olduğuna göre, kendisinde maddeleşmiş ortalama toplumsal emeğin belirli bir niceliğinden daha fazlasını temsil etmez. Emek gücü, yalnızca bir kapasite ya da canlı bireyin gücü olarak vardır. Bunun sonucu olarak emek gücünün üretimi bu bireyin varlığını öngörür. Belli bir bireyin emek gücü üretimi onun kendisini yeniden üretmesinden ya da varlığının devamından oluşur. Bireyin varlığını sürdürebilmesi için belli miktarda geçim aracına gereksinmesi vardır. Bu nedenle, emek gücünün üretimi için gerekli emek zamanı kendini bu geçinme araçlarının üretimi için gerekli zamana indirgiyor, başka bir deyişle, emek gücünün değeri, emekçinin varlığını sürdürmesi için gerekli olan geçim araçlarının değeridir.”(4) Elbette geçim araçlarına hergün ulaşmanın koşulu bu süreci günlük olarak tekrar etmektir. İşçinin temel amacı geçim araçlarına ulaşmaktır. Bu, işçi bakımından maddi yaşamın yeniden üretilmesinin koşuludur. Ancak işçinin harcadığı emek gücünün değeri geçim araçlarını kapsayan zorunlu emekle birlikte artı değeri de kapsar. Kapitalistin de temel amacı bu artı değeri cebine indirmektir.
Gerekli emeğin ücret olarak karşılığı pazarda satılan gereksinimlerin fiyatına eşdeğerdir. Marks gerekli emeği sadece bu çerçeve içinde değerlendirmiştir. Fakat burada kadın ev içinde harcadığı emek açıktan belirtilmemiştir. Pazardan satın alınan metaların ev içinde harcanılan emekle kullanılır hale getirilmesi, işçinin yeniden üretimi için vazgeçilmezdir. Kadın evde, pazarda alınan metaların üzerinde belirli bir zamanda emek harcayarak değer üretir. Eğer ev içinde harcanan emek söz konusu olmasaydı, proleter pazarda bu metaları tüketebileceği nitelikte satın alması gerekecekti ve bu da ek bir fiyat ödenmesi anlamına gelecekti. Ama kadının emeğiyle bu ortadan kalkar. Dahası toplumsal cinsiyetin kadın bilincinde yarattığı öğretilmişliklerle kadın bu hizmeti düpedüz en iyi ve kaliteli biçimde yapmaya çalışır. Çünkü kadın, yaşamında kendini esasen buradan olumlar ve emek yoğunluğunu arttırır.

Kadın ezilir mi yoksa
sömürülür mü?
“Ev işinin ‘doğal’ karakteri, karşılığının ödenmemesinde somutlanır. Bu bakımdan bu emeğin tümü erkeğe özel hizmet üreten bir görünüm arzeder. Ev içi emeğin bir bütün olarak gerekli emek içine dahil edilmesiyle bu görünüm somutlanır, bu da esasında onun kapitalizmle bağını gizler. Elbette kadının evde harcadığı emeğin bir kısmı gerekli emeğe dahildir. Nihayetinde erkek proleterin aldığı ücret, çekirdek ailenin kendini yeniden üretebilmesinin asgari karşılığıdır. Kadının evde harcadığı emeğin hepsi bu karşılığa dahil değildir. Kadın, kendini yeniden üretebilmesinin karşılığında hizmet üretir. Kadının sadece yaşamını idame ettirecek kadar bir miktarın karşılığında daha fazla emek harcadığı ortadadır. Bu anlamıyla, kadının yaşamını sürdürebilecek kadar bir karşılık alması ve bunun bir ‘karşılık’ sayılması köle emeğinin tanımına ilişkindir”(5) Kadının ev içinde kölece çalışması hem zorunlu hem de “öğretilmiş kadınlık”la iç içe geçmiş bir süreci kapsar. Sadece yaşamını idame ettirebilmek için erkeğe bağımlı olmak ataerkilliğin ekonomik temellerini ortaya koyar. Nihayetinde gerekli emek kapsamı içinde kadının kullanım değeri üretmesi evdeki cinsel çelişkinin de ekonomik temelidir.
Kapitalist emek gücünün yeniden üretimini işçiye bırakmış, dolayısıyla üretim sürecinin dışında ele almıştır. Bu bakımdan proleter erkek kendi emek gücünü üretebileceği alan üzerinde tam bir egemenlik kurar. Emek gücünün satılmasının köleden, serften farklı olarak kişi ‘özgürlüğü’ bakımından tarihsel bir ilerleme olduğu kabul edilmekte birlikte, kadın bakımından da cinsel işbölümünün derinleşmesi anlamına gelir. Dahası feodalizmde kadın üzerindeki kısmi hak, bu tarihsel gelişmeyle ‘tam bir hakka’ dönüşür. Bu bakımından kadının emeği, bedeni tamamiyle erkeğin denetimine tabi tutulur.
Kadın emeğinin gerekli emek içine hapsedilerek görünmez kılınması böylece bir olguyu daha gün yüzüne çıkarır. Proleter erkekler kadını ücretsiz bir hizmetçi gibi kullanırken aynı zamanda “bazı ruhsal lüksler” de elde ederek ayrıcalıklı konumunu pekiştirir. Cinsel çelişkinin bu boyutları sınıf çelişkisini yumuşatan bir boyuta dönüşür. Burjuvazinin bu açıdan da ataerkillikten çıkar sağladığı açıktır.
Kadın emeğinin gerekli emeğe dahil edilmesi temelde bir soruna işaret eder. Bu da, kadının gerekli emeğe dahil edilmeyecek kadar fazla olan emeğinin nereye gittiği sorunsalıdır. Ev içi emek tartışmasının merkez noktası da burasıdır. Buradan hareketle, kadının evde harcadığı emeği bir bütün olarak düşündüğümüzde bu emeğin yalnızca kullanım değerine mi tekabül ettiği ya da değişim değerine dönüşüp dönüşmediği sorularının yanıtı ev içi emeğin tanımlanmasının önemli bir kesimini oluştururken kapitalizmle bağının da daha doğru temelde kurulmasını sağlar.
Kapitalizmde emek gücünün alımı ve satımı temel bir noktada durur. Proleterin kendisini yeniden üretmek için zorunlu olarak emek gücünü satması maddi zenginliğin sermayeye dönüşmesinin nedenidir. Bu bakımdan emek gücü kapitalist üretimin temel koşulu olurken aynı zamanda emek sürecinin de özel metasıdır. Bu metanın üretimi dolaysız üretim süreci dışında gerçekleşir. İşçinin pazarda emek gücünü satması ve kapitalistin alıcı olarak onun karşısında durması emek sürecine dahil değildir. Marks “Ücretli emek veya ücret sistemi, kapitalist üretim bakımından zorunlu bir toplumsal biçimdir. Aynı şekilde sermaye de, emeğin ücretli biçimini alabilmesi için emeğin maddi koşullarının zorunlu olarak alması gereken toplumsal biçimdir. Öyleyse ücretli emek sermayenin oluşumu için zorunlu bir koşul ve kapitalist üretimin sürekli önkoşuludur” der. (6) Marks birinci sürecin -parayla emek gücünün değişmesi- ya da emek gücünün satışını her ne kadar dolaysız üretim sürecine dahil etmese de kapitalist ilişkilerin bir bütün olarak üretimine dahil eder.
Emek gücünün kapitalist üretim sürecinin özel bir metası oluşu, onun üretim koşullarını da irdelemeyi gerektirir. Zira ev içi emek esas olarak emek gücünü üretmede odaklanır. Toplamında emek gücünün bir meta olarak pazarda satılmaya hazır hale getirilmesi kadının emeğiyle sağlanır. Bu bakımdan kadının emeğini sadece işçinin aldığı ücrete dahil etmek emek gücü metasının bir kısmını oluşturur ki, sadece bu emekle emek gücü meta niteliğine erişmez. Emek gücü aynı zamanda artı değeri de potansiyel olarak içinde barındırır ki, sermaye açısından önemli olan da budur. Dolayısıyla, kadın tüm metayı üretir ve kullanım değerine dahil edilmeyecek kadar bir emek açığa çıkar. Ve kadının emeğinin bir kısmının artı değere dahil olması güçlü bir olaslık haline gelir. Emek gücünün gerekli emek ve artı değerden oluşması ve toplamında bunu kadının üretmesi artı değere katkı sunan bir pozisyona işaret eder. O halde, kadın evde harcadığı emeğin bir bölümünü de işçi dolayımından sermayenin genişlemesine katkı sunarak harcar. Buradan hareketle önemli bir sorun açığa çıkar. Bu da “kadının dolaysız üretim sürecine katılmadan artı değere katkı sunması emeğini üretken kılar mı” sorusudur.
Sadece emek süreci açısından bakıldığında, emek bir üründe ya da bir metada cisimleştiğinde üretken görülür. Marks, kapitalist üretim bakımından buna bir özellik daha ekler ve şöyle der. “Emek eğer doğrudan sermayenin değerini genişletiyorsa ya da artı değer yaratıyorsa üretkendir. Yani emek, yaratıcısı olan işçiye karşılığı ödenmeyen artı değer de gerçekleşirse üretkendir. Bu emek artı üründe cisimleşmelidir; yani metalarda üretim araçlarını tekelinde tutan kapitalistin lehine ek bir artış olarak ortaya çıkmalıdır.”(7) Bu artış yalnızca sermayeyi artırırsa dolayısıyla da toplam sermayeyi arttıran emek üretkendir ve artı değer üretiminin aracı olarak sermayeye hizmet eden emektir.
Kadının ev içi emeği yalnızca emek gücüne gerekli emek için bir potansiyel yüklemez, aynı zamanda artı değer için de bir potansiyel barındırmasını sağlar. Bu, kadını artı değere katkı sunan bir pozisyona taşır. Bunun dolaysız üretim sürecinde gerçekleşmemesi ev içi emeğin niteliğini üretken emekten ayırır. Kadının emeğinin sermayeye hizmet etmesi bakımından üretken kapsamına alınabileceği, ancak diğer yandan kadının üretim süreci içinde dolaysız olarak yer almayışıyla üretken emek kapsamının dışına çıkması bir paradoks oluşturur. Bunun çözümünü Marksistler bir bir görev olarak önlerine koymalıdırlar. Nihayetinde kadının görünmeyen emeğini özel kılan yanlardan biri de bu paradokstur.

Çifte mesaide kadının evi
emeğinin niteliği değişir
Evin sınırlarını aşan ve toplumsal üretimin dışarı ayağında yer alan, aynı zamanda ev içinde de çalışan kadın açısından bazı farklılıklar söz konusudur. Burada, kadının ev dışında çalışmasıyla evin içinde harcadığı emekte bir azalma meydana gelir. Buna karşın dışarıdaki çalışmanın süresi uzadıkça içerideki çalışmanın yoğunluğu artar. Peki ‘dışarıda’ çalışan kadının evde harcadığı emeğin niteliği, hem kapitalizmle kurulan bağ noktasında hem de ataerkillliğin maddi temelleri noktasında bir farklılık yaratır mı?
Öncelikle, emek gücünü satmaya başlayan kadının emek gücünü tamamiyle kendisinin ürettiğini söylemek gerekir. Aynı zamanda kadın, erkeğin emek gücünün günlük olarak yeniden üretimini de sağlar. Dolayısıyla, hem kadının hem de erkeğin ücretinden gereksinimleri karşılanır ancak ev içi emekle bunların kullanılır hale getirilmesini tamamiyle kadın üstlenir. Kadın, hem işgücünü pazarda satarak dolayımsız üretim sürecinde yer alır hem de yeniden üretimi bütün boyutlarıyla üzerine alır. Elbette kadın veya erkek farketmez, yeniden üretim dolaysız üretim süreci dışındadır. Ancak kadının toplamında iki emek gücü üretmesi, hem erkek hem de kendi dolayımı üzerinden artı değere katkı sunan pozisyonunu korur. Burjuvazi kadının ücretli emeğini doğrudan, ev içindeki emeğini dolaylı sömürür. Bu, kapitaliste azami düzeyde kar bırakır. Kapitalist birikim süreci bakımından kadının bu çifte sömürüye tabiyeti oldukça önem kazanır.
Kadının ‘kutsal eşik’in dışına çıkarak evin dışındaki toplumsal üretime katılması onun erkeğe bağımlılığını azaltır. Bunun ev içi emek boyutuyla karşılığı, yaşamını idame ettirmeyi kendi üzerine alması ve kadının ‘köle emeğine içkin’ çalışma sisteminin niteliksel değişime uğramasıdır. Buradaki değişimle ataerkil sistemin ekonomik temeline darbe vurulur. Juliet Mitchel; “Kadınların kapitalizm altındaki durumlarında asıl üzerinde durulması gereken, sadece ev işi yapmaları değil, fakat hem ev işi hem de ücretli iş yapmalarıdır. Durumlarının özgül dinamiği bu ikili ve çelişik rolden kaynaklanmaktadır. Bu çelişki olmadan, ezilişleri ne kadar ağır olursa olsun bir sorun yaratmaz. Kadın emeğinin fiilen ya da gizli olarak bu iki emek biçimine girmesi kapitalizmin -ne kadar sınırlı kalırsa kalsın- kadının kurtuluşuna yaptığı en önemli katkıdır”(8) der.
Elbette kadının evin dışındaki üretime katılması onun özgürlüğünün de yolunu açan bir etmene dönüşür. Ancak yine de kadın emeği kapitalizm koşullarında hem erkeğin hizmetinde hem de denetiminde olmaya devam eder. Zira burjuvazi, ataerkilliği ayakta tutmak için ve oluşan çatlakları doldurmak için kadını ev içinde tutmanın ekonomik toplumsal temelini sağlamlaştırmaya çalışır. Kapitalist-ataerkil sistemlerin ittifakının bugün dünya üzerinde yaşayan bir çok kadını tam mesaiyle evde tutmasının altında bu yatar.
Ücretsiz aile işçiliği, kadının evden çıkması bakımından yukarıdaki gerçeklerden biraz farklı bir özellik taşır. Esasında ev içi işlerin yoğunlaşma noktası yeniden üretim olsa da ücretsiz aile işçiliği de yaygındır. Ücretsiz aile işçiliğinden kadın düpedüz artı değer üretir. Burada kapitalist ‘kocadır’, ‘babadır’. Kadın ‘kocaya’ ya da ‘babaya’ ait işletmede dolaysız üretim sürecinde yer alır ve sermayeyi genişletir. Kadın, emek gücünü yeniden üretmenin asgari olanaklarına sahip olur. Ancak burada emek gücünün özgürce satılması söz konusu olmaz. Bu da kadının burada harcadığı emeği hepten köle emeğine içkin kılar. Ayrıca kadının evde harcadığı emek buna dahil edilmemiştir. Bu emek de eklendiğinde sömürünün düzeyi son sınırlarına varır.
***
Kadının toplumsal yaşama erkek vasıtasıyla katılımı iktisadi bakımdan da geçerlidir. Ataerkilliği besleyen ve yeniden üreten yan, kadının erkek dolayımından var olmasıdır. Kadın, ev içi emekle erkeğe hizmet eder ve kullanım değeri üretir. Diğer yandan da erkek vasıtasıyla artı değere katkı sunar. Bu bakımdan kadın evde sömürü altındadır. Ataerkil toplumsal düzenin kapitalist birikim süreçlerine uyumu bu çerçevede somutlaşır. Kadın ister ücretli emekçi olsun isterse de evde ‘tam mesaiyle’ çalışsın, bu olgular ataerkillikle kapitalizmin yapısal kaynaşmasını ortaya çıkarır. Bundan dolayı kapitalist sistemde kadının evden kurtulması mümkün değildir. Zira yine aynı sebeple ev işlerinin toplumsallaşması da imkansızdır. Ancak buna rağmen kadın özgürlük mücadelesi bileşenlerinin ev içi emek sorunsalını hem güncel hem de stratejik boyutta ele almaları gerekir.

(1) Kadının Görünmeyen Emeği, Gülnur Acar Savran, Nesrin Tura Demiryontan sf.11
(2) 4 Ocak 2010 tarihli Günlük Gazetesi sf. 2

(3) Kapital 1, Karl Marks, sf. 173

(4) Kapital 1, Karl Marks, sf. 173-174

(5) Kadının Görünmeyen Emeği, sf. 12

(6) Dolaysız Üretim Süreçleri, Karl Marks
(7 ) Dolaysız Üretim Süreçleri, Karl Marks sf. 105

(8) Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Şirin Tekeli sf. 46

Categories: Sosyalist Kadın 7 | Yorum bırakın

Düzleminde Ücretlendirme ve Toplumsallaştırma

Cinsiyetçi işbölümü ve toplumsal cinsiyet ayrımı, sermayeye eklemlenmiş olan ataerkil toplumsal düzenin temel ve yapısal bir gerçeğidir. Sermaye gereksinimlerin üretiminde erkeğin birincil, kadının ise ikincil ve destekçi pozisyonunda konumlanmasını ister. “Ücretli köleler” esas olarak erkeklerden, “ev köleleri” ise kadınlardan oluşmalıdır. Kadın temel olarak iş gücünün yeniden üretimini gerçekleştirmeli ama ihtiyaç olduğu anda da artı değer sömürüsüne dahil olarak “evcil köleliği” ile “ücretli köleliği” iç içe geçmelidir. Sermayenin formülasyonu esas olarak böyledir. Bu formülasyon, sermaye ile erkek egemenliğinin birbirini üretmelerinin, güçlendirmelerinin ve eklemlenmelerinin en önemli zeminidir.
İster “ücretli köle” haline gelsinler ister tam zamanlı olarak evde çalışsınlar, toplumsal cinsiyet ayrımları kadınları ev içi “yükümlülüklerle” karşı karşıya bırakır. Ev içi emeğin de somutlandığı aile kurumu, erkek egemenliğinin kadınların emek gücü üzerindeki denetimlerinin ve sınırsızca kullanımlarının temel alanıdır. Bu alanda kadının emeği, bedeni hatta düşünsel dünyası erkeğin hizmetine sunulur. Kadının ev içinde harcadığı emek, erkeğin zaman kazanması, iş dışındaki zamanını gönlünce değerlendirmesi anlamına gelir. Sermaye, emek gücünün sürekliliği için “evcil köleliğin” ücretli kölelikle kaynaşmasını, erkek ise evdeki ayrıcalıklarını sonuna kadar kullanmak ister.
Sermayeye eklemlenmiş erkek egemenliği, çocuk bakımı, yemek, bulaşık, temizlik, alış veriş, yaşlı ve hasta bakımı gibi sayısız işi kadınla özdeşleştirerek doğasının olağan getirisi gibi yansıtır. Bu doğallaştırma çabası, kadınların adeta ömürlerinin sonuna değin harcadıkları fiziksel, cinsel, duygusal, zihinsel emeği görünmez kılarak değersizleştirmesinden kaynaklanır. Selma James’in haklı vurgusuyla “evi temizleyen kadınlar” çalışmamaktadır ama bomba atan bir asker çalışmaktadır.*
Kuşkusuz ev içi emeği görünür kılmak önemlidir. Fakat bundan daha da önemli olan, kadını ikinci cins haline getiren, sosyal yaşamın, politikanın dışında tutan erkeğe bağımlığını derinleştiren, toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üreten ev içi emeği ortadan kaldırma mücadelesini güçlendirmektir.
Ev içi emeğin ücretlendirilmesi gerektiğini düşünenler, bu “çözümle” kadının özel ev ekonomisi içinde harcadığı emeğin “görünür hale” geleceğini varsaymaktalar. Ücretlendirme önerisi çözüm olabilir mi? Böyle bir taleple yola çıkmanın toplumsal cinsiyet rolleri bakımından sonuçları ne olur? Bu soruların yanıtına gelmeden önce konu ile bağı çerçevesinde bazı kavramları tartışmakta yarar var.

Kadının iş günü var mıdır?
Marks, iş gücünü işçinin yapısında var olan potansiyel olarak; “Kullanım değeri üretmek için harcadığı fiziksel ve zihinsel yetenekler” olarak tanımlar. “Kullanım değeri”** ise insanların ihtiyaçlarını karşılayan “yararlı şeyler”dir. Bir şeyin gerekliliği, bir gereksinimi karşılaması onu kullanım değeri haline getirir. Şunu da eklemeliyiz; yararlılık ve gereksinim her topluma göre değişir, farklılıklar gösterir. Metaların bir de “değişim değeri” vardır. Herhangi bir malın büyüklüğünü, toplumsal olarak gerekli emek miktarı ya da onun elde edilmesi için toplumsal bakımdan gerekli emek zamanı belirler!”***
Demek ki değer, bireysel olmayıp toplumsaldır. Değişim, nesneleri metalaştırır. Konumuz açısından en önemlisi ise şudur: Kapitalist üretimde kullanım ve değişim değeri üreten emek gücü de alınıp satılan bir meta niteliğindedir.
Bu kısa tanımlamadan sonra ücret konusuna gelebiliriz.
Marks, Kapital’de “Emek gücünün alımı ve satımı” başlığı altında “ücret”i tartıştığı bölümde, “emek sahibi ile para sahibi pazarda karşı karşıya gelirler, eşit haklara sahip kimseler olarak temasa geçerler, aralarındaki tek fark birinin satıcı diğerinin alıcı olmasıdır; bu yönden yasalar karşısında her ikisi de eşittir. Bu ilişkinin sürekli olabilmesi için emek gücü sahibinin bunu yalnızca belirli bir süre için satması gereklidir. Çünkü eğer onu toptan ve süresiz satacak olursa, kendini satmış, kendini özgür bir insan olmaktan çıkartıp meta haline dönüştürmüş olur. Emek gücüne daima kendi öz malı, kendi metası gözüyle bakması gerekir ve bunu da ancak, onu; alıcının emri altında geçici bir süre için belirli bir zaman süresi için vermekle yapabilir. Ancak bu yolla, emek gücü üzerindeki mülkiyet hakkından feragat etmemiş olur”
Bu tartışmada Marks, bir bakıma işçi ile köle arasındaki farkı da anlatmış olur. “pazarda karşı karşıya gelen” sermayedar ile işçi “özgür” iki bireydir. İşçi pazarda belirli bir süre için ücret karşılığında emek gücünü satar. İşçinin emek gücü üzerindeki mülkiyet hakkından feragat” etmemesi onu köleden ayıran temel olgudur. “Özgür emekçi” vasfıyla pazarda dolaşan işçinin emek gücü metalaşır fakat mülkiyet hakkı kendisine aittir.
Üretime değişik biçimlerde dahil olan kadın da erkek işçi gibi “özgür emekçi” vasfıyla emek gücünü satar. Kapitalist üretimin parçasıdır ve tıpkı erkek işçi gibi artı değer sömürüsüne maruz kalır. Bir farkla! Ki bu fark, kadının köleliğinin erkeğin ise hakimiyetinin garantisidir. Evden çıkarak evin dışındaki toplumsal üretime dahil olmak, kadın için evcil köleliğinin ücretli kölelikle üst üste binerek birbirini etkilemesi ve çifte sömürü olgusuyla karşı karşıya kalması anlamına gelir. Erkek işçiden farklı olarak eve döndüğünde ikinci mesaiye başlar. Kapitalistin karlarından bir kısmını toplumsal fona aktarmaması kadının yükünü birkaç kat arttırır. Erkek, işten arta kalan zamanını dinlenerek sosyal yaşama, politikaya müdahil olarak geçirdiği halde kadın bitmez tükenmez ev işlerine gömülmek zorundadır. Kautsky’nin sözünü ödünç alarak değiştirirsek; o artık iki efendiye birden hizmet etmektedir!****
Tam gün evde çalışan kadının konumu ise çoğu durumda emek gücünü satan işçinin pozisyonundan daha zorlu ve karmaşıktır. “Özgür emekçi” emek gücünü belirli bir süre için sermayedara kiralar. Artı değer sömürüsünün en yoğun olduğu alanlarda dahi ortalama olarak işin ve iş gününün belirlenmiş bir çerçevesi vardır. Oysa “ev” denilen hapishanede görünüşte kadının ne emek gücünü sattığı bir “patron” ne de belirlenmiş bir mesaisi vardır. Ev içindeki faaliyetler günün yirmi dört saatine de yayılabilir, beş altı saate de…
Kadının ev içindeki faaliyetlerinin tekdüzeliği sürekli olarak kendini tekrar edişi fiziksel emekle duygusal emeğin iç içe oluşu, nerede başlayıp nerede bittiğinin belli olmaması (G. Acar Savran) “iş” ve “işyeri” tanımı yapmayı güçleştiren olgulardır. Çokça söylendiği üzere kadın bazen hemşire, pedagog, eğitmen, psikiyatr; kimi zaman iç dekoratör, tamirci, evin özel hizmetçisi, kimi zaman eşinin özel sekreteri, asistanı, ev işletmelerinin ücretsiz işçisi ve tartışmasız biçimde cinsel tatmin aracı… Günün yirmidört saati çalışan, çoğu kez sayısız vasfa sahip biri, fakat buna rağmen “evde oturan” bir varlık… Öyle ki, erkek egemen sistem tam zamanlı olarak evde çalışan kadını “çalışmayan kadın” kategorisine dahil eder. Toplumsal kadınlık bilincinin bir yansıması olarak kadınlar da özel ev ekonomisi içindeki faaliyetlerini bir “iş” olarak görmezler. Oysa, gerek tam zamanlı olarak evde çalışan kadınların gerekse çifte sömürü kıskacı arasında sıkışan kadınların çalışma süreleri herhangi bir iş gününün çok çok üzerindedir. Bütün bunların ötesinde ev içinde sadece kadınların emek gücü sömürülmez, aynı zamanda bedeni, cinselliği, ruhu bütünüyle erkeğin istilası altındadır. “Kadınlık görevleri” olarak tarif edilen bütün bu etkinlikler için kadının gönüllü olup olmamasının da en küçük bir önemi yoktur. Bu özgünlükler nedeniyle salt kadının ev içinde harcadığı fiziksel emekten yola çıkarak çıkarsama yapmak doğru sonuçlar vermez. Kadının ev içi emeği, emek gücünü satan herhangi bir işçiden kategorik olarak çok farklıdır. Kadının ev içinde harcadığı emeğin özgün ve karmaşık yapısı tazminine dair çözümü de güçleştirir.
Ayrıntıya girmeden kavramlarla tartışmaya devam edelim. Emek gücü kullanılmaya başlandığında, somut emek soyut emeğe dönüşür ve emek gücünü satan işçi de bireysel varlık olmaktan çıkıp toplumsal bir varlık haline gelir.
İş günü: Gerekli emek zamanı ile artı emek zamanının bütününü kapsar. İşçi, üretim esnasında iş gününün bir bölümünde kendisinin ve ailesinin yaşamını idame ettirecek, üretim sırasında harcadığı emek gücünün yenilenerek ertesi gün yeniden üretime dahil omasını sağlayacak metaları üretir ve bunun karşılığını ücret olarak alır. Marks bunu “gerekli emek zamanı” olarak tanımlar. İş gününün bir de “artı emek zamanı” vardır. Kapitalist, emek gücünü “kendisini yeniden üretmek” için gerekli olan emek zamanından fazla çalıştırır ve ortaya çıkan artı değere el koyar.
Marks’ın bu çok bilinen çözümlemelerinden tartıştığımız konu bakımından nasıl faydalanacağız? Örneğin kadının belirlenmiş bir iş günü var mıdır? Evde tam zamanlı olarak çalışan kadınların neredeyse yirmidört saatleri, ücretli emek sömürüsüne maruz kalan kadınların ise iş dışındaki tüm zamanları ev içi faaliyetelere ayrılmaz mı? Kadının ev içinde harcadığı emeği “gerekli emek” ve “artı emek” olarak ayırabilmek olası mıdır? Ücretli emek sömürüsüne maruz kalan kadın için mesai evde de devam eder. Evde tam zamanlı olarak çalışan kadınlar “gerekli emek”lerinin karşılığını ancak yiyecek, giyecek ve barınma olarak alabilirler.
Yeniden üretim: Emek gücünün değeri, tüm metalar gibi emek gücünün üretimi ve dolayısıyla yeniden üretimi için gerekli emek zamanı ile belirlenir. İşçinin emek gücü üretimi, “kendisini yeniden üretmesinden, varlığının devamından oluşur.* İşçinin varlığını sürdürebilmesi için, belirli miktarda geçim aracına ihtiyacı vardır. Bu nedenledir ki, emek gücünün değeri, emekçinin varlığını sürdürmesi için gerekli geçim araçlarının değeridir.
Emek gücü ancak kullanılmakla gerçekleşir. Bunlara bir de Marks’ın şu saptamasını ekleyip tartışmamıza devam edelim.
“Kapitalist sermayesinin bir kısmını emek gücüne çevirmekle, tüm sermayesinin değerini artırır. Bir taşla iki kuş birden vurmaktadır. Yalnız emekçiden aldığından değil emekçiye verdiğinden de kar sağlamaktadır. Emek gücü karşılığında verilen sermaye gerekli tüketim maddelerine dönüşmekte ve bunların tüketimi ile emekçinin kasları, sinirleri, kemikleri ve beyni yeniden üretilmekte ve yeni emekçiler üretilmektedir. İşçi sınıfının tamamen zorunlu sınırlar içerisinde kalan bireysel tüketimi bu yüzden emek gücü karşılığında sermayeye verilen geçim araçlarının, tüketilmek üzere sermayenin emrine verilen taze emek gücüne tekrar çevrilmesidir. Bu tüketim, kapitalist için vazgeçilmez bir üretim aracı olan şeyin, yani emekçinin kendisinin üretimi ve yeniden üretimidir. Emekçinin bireysel tüketimi, ister işyerinde, ister dışarıda geçsin, üretim sürecinin bir kısmı olsun ya da olmasın, bu yüzden sermayenin ve üretiminin ve yeniden üretiminin bir etmenini oluşturur, tıpkı bir makinenin temizliğinin, çalışırken ya da dururken yapılması gibi. Emekçinin geçim araçlarını, kapitalisti hoşnut etmek için değil de kendi amacına hizmet için tüketmesinin hiçbir önemi yoktur.”
Peki, emek sürecinin sürekliliği “emekçinin kendisini üretimi ve yeniden üretimi” nasıl gerçekleşir. Sermayenin genişlemesi için emek gücünün çoğalması ve yeniden üretimi elzemdir. İşçinin beslenip dinlenerek emek gücünün yenilenmesi; yaşlanan, yıpranan işçilerin yerini yenilerinin alması gerekir. Türün üretiminde olduğu gibi emek gücünün yeniden üretiminde de kadının özel ev ekonomisi içinde harcadığı emek temel bir yerde durur. Erkek işçi beslenmeli, her tülü özel hizmeti sağlanmalı, cinsel olarak tatmin edilmeli, dinlenmesinin olanakları yaratılmalıdır. Emek gücünü yeniden üreterek kadın, kapitalist üretim ilişkilerinin sürekliliğine dolaylı katkı sunmuş olur. Tam da bu noktada dikkat çekilmesi gereken konu şudur; kapitalizmde işçi toplumsal bir statüdür. Emek gücünün ücreti de bireysel değil, ortalama toplumsal üretim değerine göre fiyatlandırılır. Kadının ev içi emeği ise işçiden farklı olarak özel tüketime yönelik olup yeniden üretim sürecinde oynadığı role karşın “bireye özel”dir.

***

Kadın harcadığı emekle bireysel tüketim alanlarıyla sınırlı kullanım değerleri yaratır. Dolayısıyla, doğrudan artı değer üretmez, fakat emek gücünün yeniden üretilmesinde ve çoğalmasında oynadığı rol nedeniyle artı değer üretilme sürecine dolaylı olarak katkı sunar.

“Aile ücreti”
Marks, “Makinenin işçi üzerindeki dolaysız etkileri”ni tartışırken; “Emek gücünün değeri, yalnız yetişkin işçinin yaşamının devamı için gerekli emek zamanı ile değil, aynı zamanda ailesinin bakımı için gerekli olan emek zamanıyla da belirleniyordu” der. Demek ki, işçi ücreti salt birey olarak işçinin yeniden üretiminin değil, aynı zamanda işçi ailesinin de yeniden üretimini gerçekleştirecek şekilde, belirlenmektedir. Peki ne zamana kadar? “İşçinin bir köle tüccarı” haline gelmesine kadar! Emek araçlarındaki devrim ve makineleşmenin yaygınlaşmasıyla kadın ve çocuk emeği kitlesel biçimde üretime dahil olur ve yetişkin erkeğin emek gücünün değeri bütün ailenin üzerine dağıtılır. Bunun en önemli sonucu erkek ücretinin düşmesi ve kadının ucuz işgücü olarak çalıştırılmasıdır.
“Aile ücreti”nin “yani işsiz bir kadın eşin ve çocukların geçimini ancak da olsa karşılamaya yetecek bir ücret düzeyinin varlığı”nın* devreye girmesi de bu sürecin ardından gelişir. Kadınların kitlesel biçimde toplumsal üretime dahil olmaları, diğer sonuçların yanısıra evdeki geleneksel görevlerini yerine getirmemeleri anlamına gelir. Bu durum, kadının ev içinde harcadığı emeğin yarattığı ayrıcalıklarla yaşamaya alışmış olan erkeklerin hoşuna gitmez. Yeniden üretim ve buna bağlı olarak sağlıklı, eğitilmiş genç işçi kitlesine olan ihtiyaç, erkek egemenliğiyle sermayenin ortaklığını güçlendirir.*
“Aile ücreti” konusu sermaye ile erkek egemenliğinin iç içe geçişinin ve birbirini üretmesinin çarpıcı bir örneğidir. Sermaye kadının esas olarak yeniden üretimi gerçekleştirmesini, üretimde ise “destekçi” pozisyonda kalmasını ister. Böylelikle, kadın emek gücünü ucuza satın almış ve erkek egemenliğinin sürmesini garantilemiş olur. Toplumsal cinsiyet rollerinin olanaklı olduğu ölçüde değişime uğramaması veya değişik biçimler altında yeniden üretilmesi sermayenin çıkarınadır.
Dış dünyaya açılarak toplumsal üretime dahil olan ve görece bağımsızlaşarak sosyal yaşama, politikaya dahil olan kadın, “aile ücreti” aracılığıyla erkeğe bağımlılığının, köleliğinin merkez üssüne geri döner. Kadın, “aile ücreti” ödentisiyle eve geri döndüğünde yalnızca geleneksel kadınlık görevlerini eksiksiz biçimde yerine getirmiş olmaz, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasına da aracılık eder. Bütün bu nedenlerle “aile ücreti”, erkek egemenliğinin sürmesinin ve kadını geleneksel rollerine hapsetmenin maddi temellerini güçlendirir.
Sermayenin ihtiyaçlarına bağlı olarak “aile ücreti” yükselir veya düşer. 20. yüzyılın başlarında gelişkin kapitalist ülkelerde uygulanan “aile ücreti”nin emperyalist küreselleşmeyle birlikte bütün sosyal haklar gibi tırpanlanması da tamamen bu gerçekle ilintilidir.

“Ücretlendirme” çözüm olabilir mi?
Kadınların ev içinde harcadığı emeği, ne salt sermayenin ihtiyaçları ne de yalnızca toplumsal cinsiyet bağlamında tartışabiliriz. Erkek egemenliğiyle sermayenin ittifak noktalarını ve iç içe geçiş bağlamlarını iyi çözümleyebilmeliyiz. Bu iki olgu birbiriyle kaynaşmış durumdadır. Kadın devriminin ikisini birden hedeflemesinin temel esprisi de buradan köklenir. Bu nedenlerdir ki, güncel öneri ve politikalarımızın toplumsal cinsiyet ayrımlarının ortadan kaldırılmasını hedefleyen kadın devrimi iddiamızla örtüşmesi, onu yakınlaştırması gerekir.
Önerilerimiz, güncel sorunlara çözüm ürettiği kadar, toplumsal cinsiyet ayrımı ve çelişkisini de darbeleyebilmelidir. Kadınları politikanın merkezine çekecek maddi zemini güçlendirmeyi ve yüzlerini kadın devrimine dönmelerini sağlayacak bir hat geliştirmeliyiz. Verili koşullarda kadınların ev içinde harcadıkları emeği dikkate alarak yapacağımız her öneri dış dünyaya açılmaları, ücretli emeğin bir bileşeni haline gelmeleri konusundaki talepleri güçlendirecek bir içeriğe sahip olmalıdır.
Doğallaştırılarak görünmez kılınan ve kadınla özdeşleştirilen ev içi emeğin ücretlendirilmesi talebi ilk bakışta onu görünür kılmanın uygun bir çözümü gibi gelebilir. Ücretlendirmenin çözüm olacağını düşünenler, bu talebin karşılanması durumunda ev içinde harcanan emeğin bir “iş” olarak görüleceğini ve bunun önemli bir kazanım olacağını varsayıyorlar. Oysa ücretlendirme, en iyi ihtimalle evcil köleliğin ücretli ev köleliğine dönüşmesini koşullar. Ev içinde “gönüllü ve sevgiye dayalı” olarak yapıldığı iddia edilen tüm faaliyetler ücret aracılığıyla resmi olarak da kadının görevi haline getirilmiş olur. Ev içi emeğin ücretli bir mesleğe dönüşmesi ise toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamayı bir yana bırakalım, toplumsal kadınlık ve toplumsal erkekliğin daha güçlü biçimde üretilmesinin maddi zeminini güçlendirir. Ev içi emeğin bir meslek formuna bürünmesi, kadının “dış dünyaya” açılma ihtiyacına önemli oranda ket vurur. Kadının, tüm yaratıcılığını yok eden, dünyasını daraltan, daraldıkça alışlaştıran ve güvensizliği derinleştiren, dış dünyaya ilgisizleştiren; erkeğe bağımlılık halkalarını perçinleyen, ruhunu, benliğini istila eden işlerin meslek haline gelmesi cinsiyetçi iş bölümünü en küçük şekilde tehdit etmeyeceği gibi ev hapishanesinde de herhangi bir değişikliğe yol açmaz.
Kapitalizm koşularında ücretli emeğe dahil olmak, kadın açısından çifte sömürü kıskacı altında yaşamak anlamına gelse de sokağa çıkış, başta toplumsal cinsiyet rollerinde olmak üzere ilerici bir rol oynar. Evden ve onun tüketici atmosferinden uzaklaşmak kadının ufkunu geliştirir, öz güveninini güçlendirir. Sokağa çıkan kadının sosyal yaşama, politikaya dahil olmasının koşulları genişler.
Peki çözüm ne? Çözüm, ev içindeki tüm işlerin toplumsallaştırılmasıdır. Ev içi emeğin toplumsallaşması kapitalizm koşullarında mümkün değildir. Kapitalist, karlarından kısıntı yapıp toplumsal fona aktarması gereken ödemeleri yapmaz. Dolayısıyla, ev içi emeği toplu hizmete dönüştürebilecek alanlar kadının “yükümlülüğünde” kalmaya devam eder.
Bunun alternatifi ise bütün bu hizmetlerin parayla satın alınmasıdır. Kapitalizmin temel eğilimi, “bireysel emek” pozisyonundaki ev içi emeği bireysel sınırlarından çıkararak kapitalist sömürünün konusu haline getirmektir. Kapitalizm ev içi emeği korumayı değil, onu çözerek metalaştırmayı arzular. Özel kreş ve anaokulları, etüt merkezleri; yaşlı, hasta ve engelliler için özel bakım merkezleri, envai çeşit ev aletleri, özel çamaşırhaneler, kuru temizleme, dondurulmuş hazır yiyecekler, pastane, lokanta vb. kapitalistler için karlı yatırım alanlarıdır. Bunların çok azının üstelik yetersiz kapasitede devlet tarafından üstlenildiği dönemler olur. Örneğin; sağlık, eğitim, gibi alanlardaki kazanımlar emperyalist küreselleşme koşullarında; “sosyal devlet” olgusunun ortadan kalkmasıyla birlikte birer birer gasp edilmiştir.
Ev içi emek kapsamındaki tüm faaliyetler ancak sosyalizm koşullarında toplumsallaştırılabilir. Elbette bu, geçici-güncel politik önerilerimizin olmayacağı ve bunlar uğruna mücadele etmeyeceğimiz anlamına gelmez.
Eşle bağ içinde değil, yurttaşlık hakkı olarak gündemleştireceğimiz bazı talepleri şu şekilde formüle etmek mümkündür.
1- Çalışma hakkı, en temel insan haklarından biridir. Üretimde kadın istihdamının artırılması, çalışma yaşamındaki cinsiyetçi ayrımcı uygulamalara son verilmesi, işe almada kadınlara öncelik tanınması,
2- “Eşit işe eşit ücret” talebi,
3- Kadınların öğrenim düzeyinin yükseltmeye, mesleki becerilerini geliştirmeye yönelik özel önlemlerin alınması,
4- Evde tam zamanlı olarak çalışan kadınların emeklilik dahil, sosyal güvenlik kapsamına alınması, ücretli çalışan kadınlar için ise erken emeklilik talebi,
5- İşyerinde ve mahallelerde yeterli kapasitede ve sayıda ücretsiz kreş-anaokulu, çocuk odaları ve gençlik merkezlerinin açılması,
6- İllerdeki kadın barınma evlerinin sayısının ve kapasitesinin arttırılması,
7- Yaşlı, hasta ve özürlü vatandaşların bakımının devlet tarafından üstlenilmesi,
8- Ücretsiz veya sembolik ücretlerle hizmet verecek ortak çamaşırhane ve mutfakların açılması,
9- Doğum sürecindeki ücretli izin sürelerinin hem anne hem baba için artırılması, doğumda babalık izni,
10- Ücretli çalışan kadınların emzirme sürelerinin uzatılması,
11- Ev işinin kadın ve erkek tarafından paylaşılması.

***

“Komünist toplumun bir alt aşaması” olarak sosyalizmde “toplumsal toplam üründen bir yedek fon” ayrılır. Bu yedek fon üretim araçlarının bakım ve yenilenmesi, yönetim giderleri, eğitim, sağlık, dinlenme; çocuk, yaşlı ve engelli yurttaşların bakımı için kullanılır. Ev içi emek toplumsallaştırılarak erkeğin kadın üzerindeki hakimiyeti ve kadının eve, çocuğa bağımlılığının maddi zeminleri ortadan kaldırımaya çalışılır. Ortak çamaşırhane, mutfak vb. aracılığıyla kadının en önemli prangaları kamu sanayinin birer koluna dönüştürülür. Yaşlı, hasta ve engelli yurttaşların her türlü bakımı, sağlık sorunları vb. proletarya devleti tarafından üstlenilir. Toplumsal varlık olarak kabul edilen çocuklar için kreş, anaokulu, gençlik merkezleri vb. açılır.
Kadının kapitalizm koşullarında görmezden gelinen regl, hamilelik, doğum ve emzirme dönemlerinin mümkün olduğu oranda rahat koşullarda geçirmesi sağlanır. İzin ve çalışma saatleri bu gerçekler dikkate alınarak düzenlenir.
Yasalar nezdinde ve toplumsal yaşamda kadın ve erkeğin eşit yurttaşlar olarak görülmesi, toplumsal erkeklik ve toplumsal kadınlığın ortak yaşam alanlarına yansımasının zeminini zayıflatır. Bununla birlikte toplumsallaştırmanın çapı ne denli geniş olursa olsun ailenin varlığı kadının özgürleşmesinin temel engelli olmaya devam eder. İçeriği değişse dahi aile, toplumsal cinsiyet rollerinin değişik formlarda üretilmesine yol açar. Toplumsal cinsiyet, ayrımlarının ortadan kalkması, onun maddi zemininin yok edilmesine bağlı olarak gelişecek zorlu bir mücadelenin ürünü olacaktır. Bir geçiş aşaması olan sosyalizm, ev içi emeği bir bütün olarak toplumsallaştırsa dahi bin yılların yarattığı öğretilmişlikler, toplumsal bilinç bir çırpıda değişmez. Yeni koşullarda başlayan mücadele, yeni bir bilinçle komünizme değin devam eder.

Yararlanılan Kaynaklar
1) Kapital, Karl Marks
2) Dolaysız Üretim Süreçleri, Karl Marks
3) Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat,
Şirin Tekeli
4) Liberalizm-Muhafazakarlık Kıskacında Kadın, Sibel Özbudun- Cahide Sarı-
Temel Demirer
5) Kadının Görünmeyen Emeği,
G. Acar Savran- Nesrin Tura Demiyontan
6) Kadınlığın Gizemi, Betty Friedan
7) Marksist Teoride Kadın, Lise Vegel
8) Kadınlık Durumu, Juliet Michell
9) Feminizm ve Ezilmenin Çelişkileri,
Caroline Ramazanoğlu
10) Feminist Teori, Sosephine Donovon
11) Cinsiyet, Irk, Sınıf, Selma James
12) Kadın Bilinci Erkek Dünyası,
Sheile Rowbothom

 

(*) Cinsiyet Irk Sınıf, Selma James, sf. 200
(**) Kapital Cilt 1, Marks, sf. 171
(***) Age.

(****) “Ama insan iki efendiye birden hizmet etmez”.

Categories: Sosyalist Kadın 7 | Yorum bırakın

Gündelikçi Kadınlar

Kapitalizmin gelişmesi ve tarımda uygulanan “neoliberal” ekonomi politikalarının bir sonucu olarak, toplumsal yıkıma uğrayan kır emekçilerinin kentlerin varoşlarına akışında büyük bir artış oldu. Özelikle 1980’ler sonrası artan göç olgusu, kentlerin kenar semtlerindeki gecekondu mahallelerinin hızla artmasına ve bu mahallelerde devasa bir işsiz kitlesinin birikmesine yol açtı. Özelleştirme, esnek üretim ve taşeronlaştırma saldırılarıyla işsizliğin daha da artması, kentlerin yoksul semtlerinde yaşayan emekçi kadınları iş arayışına itti. Emekçi kadınların eğitim düzeylerinin düşüklüğü herhangi bir iş deneyimine veya vasfa sahip olmamaları, onları en kolay yapabileceklerine inandıkları ev hizmetlerine veya temizlik işlerine yönlendirdi.
Erkeğin ücretinin geçinmeye yetmemesi, işten atılması, “iş kazası” vb. nedenlerle çalışamayacak duruma gelmesi, hayatını kaybetmesi veya boşanma gibi nedenler emekçi kadın kitlelerini kimi zaman “geçici” kimi zaman ise sürekli bir iş olarak ücretli ev hizmetlerinde çalışmak zorunda bırakır.
Bu yazıda, ev hizmetlerinde çalışan kadınların karşılaştıkları sorunları, çalışma koşullarını kısmen de olsa tartışmaya çalışacağız.

***

“Ev hizmeti, geniş anlamda, bir hanedeki gereksinimler içinde, ev halkının kendini yenden üretmesine katkıda bulunan ve ücret karşılığında, ev halkı dışında temin edilebilen her türlü ‘ev içi’ hizmeti içeriyor”* Yapılan işler ise; temizlik, çocuk bakımı, yaşlı-hasta bakımı, yemek pişirme ütü vb.
Ev işleri ister ücretli ister ücretsiz olsun, bütün bu işleri yapan kadındır. Yoğun bir emek gerektiren ev hizmetleri cinsiyetçi iş bölümüne bağlı olarak ağırlıklı olarak kadınlar tarafından düşük ücretlerle gerçekleştirilir. Bu nedenledir ki, Gül Özyeğin’in belirtiği gibi “Ücretli ev emeği cinsiyet ve sınıf eşitsizliğinin önemli bir kesişme noktasında yer alır. Ücretli ev emeği, hem sınıf hem de cinsiyete bağlı geleneksel iş bölümünün yeniden üretilmesi süreçlerine temel oluşturur”**
Ücretli ev emekçisi kadının emeği “görünmeyen” emek kapsamındadır. Bu alanda herhangi bir mesleki bilgi ve eğitime gerek duyulmadan görece kolay iş bulunabilir. “İşyeri” herhangi bir evin içi ve bir aileyi barındıran özel alandır. “Patron”, ücretli ev emekçisinin ev hizmetini yerine getirilmesi için emek gücünü satın alan evin sahibi kadındır. Emek kullanımı, ücretli ev emekçisinin tek başına gerçekleştirdiği bir süreçtir. İşin niteliği genellikle emek yoğunluklu olmakla birlikte teknolojik makinalardan da yararlanmayı getirir. Çalışma süresi, işlerin tanımı, yapılış şekli, yöntemi, ücrete dair yapılacak iş anlaşması vb. ücretli ev emekçisiyle “patronun” yüz yüze gerçekleştirdiği ikili görüşmeyle belirlenir. İş bulma ve işe alma söz konusu olduğunda her iki taraf açısından da güvenilir olması öncelikle bir sorundur. Bu nedenle, gerek işe girip gerekse işi kabul etme akraba, tanıdık, komşular vb. üzerinden gerçekleştirilir. İşin bu özelliğinin de bir getirisi olarak iş ilişkileri kaçınılmaz olarak geleneksel değer ve normlara açıktır. Her iki taraf açısından da “hayali akrabalık”*** gibi bir bağ kurulur. “Anne/kız”, “abla/kardeş” ilişkisi, işe alındıktan sonra kurulan ilişkiyle açığa çıkar. Karşılıklı güven oluşmuş ve hatta evin anahtarı teslim edilmişse, “hayali akrabalık”lar yaratılmış demektir. Ücretli ev emekçileri ilk günler değişik güven testlerinden geçirilirler. Evin belirli yerlerine altın, para vb. koyularak ev hizmetlisinin tutumu ölçülür. Yapılan işin temizlik düzeyi farklı yöntemlerle sınanır. Örneğin mutfağın bir köşesine atılan zeytin çekirdeği ile dip köşe ne kadar temiz silinip, silinmediği kontrol edilmeye çalışılır. Ücretli ev hizmetlerindeki denetim herhangi bir işyerindeki denetime benzemez. “Özel alan” olması nedeniyle denetim tek kişi üzerinde yürütülür.
Ücretli ev hizmetinde en ağır ve emek yoğunluklu işi gündelikçi olarak çalışan kadınlar yapar. “Gündelikçi” birden fazla ev hizmetinde günlük yevmiye ile çalışan kadınlara verilen addır. Gündelikçiler, günlük olarak gittikleri evde cam, halı, duvar silme, toz alma, süpürme, ütü vb. gibi işleri bitirene kadar çalışırlar. Gündelikçi olarak çalışan emekçi kadınların yaş ortalaması 35-50 arasındadır. Aylıkçı olarak çalışan ev emekçisi kadınlar bir veya iki eve birden gidebilir. Ücretini ise aylık olarak alır. Gündelikçiliğe kıyasla daha düzenli bir iş olarak görülür. Aylıkçı olarak çalışanlarda “hayali akrabalık” ilişkileri daha fazla yaşanır. Genellikle yaş ortalaması 30-50 arasındadır. Yatılı olarak çalışanlar ise daha genç yaşları kapsayabilir. Hatta çocuk yaşta yatılı olarak işe başlamak da mümkündür. Özellikle 1990’lar sonrası Moldovya, Gürcistan, Azerbeycan vb. ülkelerden Türkiye’ye kaçak ve ucuz iş gücü olarak akan göçmen kadınların yatılı ev hizmetlerinde ağır koşularda ve çok düşük ücretlerle çalıştırıldıkları biliniyor.

Gündelikçilikten temizlik şirketlerine
Ücretli ev hizmetlerinde çalışan bazıları zaman zaman temizlik şirketlerinde de çalışırlar. Temizlik şirketleri ve burada çalışan kadınların yaşadıkları sorunlar başlı başına incelenmesi gereken ayrı bir yazının konusudur. Konumuzla geçişkenlik ifade eden yanı ise gündelikçi kadınların kimi zaman “düzenli” bir iş olduğunu düşünerek kimi zaman ise mecbur kalarak temizlik şirketlerine yönelmeleridir.
Emperyalist küreselleşmeye, birlikte hizmet sektöründe belirgin bir gelişme söz konusu oldu. Bu alan, kapitalistler bakımında karlı bir yatırım alanıdır. Genelde küçük sermayelerle kurulan bu şirketler, esnek üretim ve taşeron sistemiyle sendikasız, sigortasız ve çok düşük ücretlerle işçi çalıştırırlar. İşsizlik ordusuna her gün yeni işsizler eklenirken, İşçi Bulma Kurumu üzerinden temizlik şirketlerinde çalışmak zorunda kalanlar yalnızca gündelikçi kadınlar değildir. Diplomalı veya vasıflı olduğu halde mesleğini yapamayan işsizler de bu alana kayıyor.
Temizlik işinde çalışan kadın ve erkek işçiler, iş anlaşmalarını temizlik şirketleriyle yaparlar. Temizlik şirketleri ev ve büro temizliğinin yanısıra özelleştirmeye bağlı olarak kamu sektörlerinin temizlik işlerini de ihale yoluyla devralırlar. Değişik kamu binaları, oteller, hastaneler, üniversiteler, özel şirket binaları, özel konutlar temel çalışma alanlarıdır. Bu alanlardan bazılarının temizliği gece yapılır. Bu koşullarda kadın ve erkek işçiler birlikte çalışmak zorunda kalırlar. Bu nedenle kadın işçiler, temizlik şirketleri aracılığıyla çalışmayı güvenli bulmazlar. Çünkü, hergün bilinmeyen bir evde, büroda veya bir başka mekanda geceli gündüzlü çalışmak zorunda kalırlar. Bu durum, kadınlar bakımından cinsel taciz-tecavüz korkusu altında çalışmak anlamına gelebilir. Bundan dolayı kadınlar temizlik şirketi yerine tanıdık komşu, akraba vb. üzeriden “ev işi” bulmayı tercih ederler. Ayrıca, temizlik şirketlerinin aylarca çalıştırıp maaşlarını bile vermeden kapanması ya da el değiştirmesi kadınların güvensizliğini arttırır.

“Görünmeyen iş kazaları”
Bu alanda çalışan kadınlar ister temizlik şirketlerine bağlı olarak isterse de evlerde çalışsınlar her an “görünmeyen” kazalarla yüz yüzedirler.
Yapılan işin ağır oluşu ve bedensel güç gerektirmesi bir dizi hastalığa da davetiye çıkarıyor. Örneğin halıların balkonlardan sarkıtılarak silkelenmesi bel fıtığına yol açabileceği gibi, halının ağırlığıyla balkondan düşme tehlikesi de söz konusudur. Keza merdivenden düşme, elini kesme, kaygan zeminde kayarak ayak burkma veya kırık çıkık gibi kazalar yaşanabiliyor. Halı temizliğinin diz üstü eğilerek yapılması menüsküse sebep olabiliyor. Ellerin, sürekli farklı kimyasal maddeler içeren temilik malzemeleriyle temas etmesi birçok cilt rahatsızlığına yol açabiliyor. Cam silmek, ücretli ev emekçileri için en tehlikeli işlerden biridir.
Elimizde cam silerken düşüp yaşamını yitiren kadınların sayısına dair net veriler yok. Fakat her yıl cam silerken düşüp ölen kadın sayılarındaki artışı gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden görmek, okumak mümkün. Camdan düşüp öldüğü için suçlu bulunan ise ücretli ev emekçileri oluyor. “Ağırdı, çerçeve taşıyamadı”, “cama çıkarken ayağında terlik vardı” “eli ıslaktı, çerçeveye tutunamadı” gibi sözlerle, çalışan kadınlar suçlanır.
Sigortasız, sendikasız ve hiçbir güvenceye sahip olmadan, sabahın erken saatinde yollara düşen ücretli ev emekçisi kadınlar, yıllarca ev hizmetlerinde düşük ücretlerle çalışmakla kalmıyor, canından da olabiliyor. Bu gerçeğe rağmen ne yasalarda ne de iş kanununda ücretli ev emekçilerine yönelik bir tanım ve güvence söz konusudur.
Benzer biçimde temizlik şirketlerine bağlı olarak çalışan kadınların da en küçük bir iş güvencesi yoktur. Aynı tehlike ve sorunlarla onlarda yüz yüze kalırlar.

Ücretli ev hizmetlerinde sınıfsal farklar günlük yaşamda nasıl yaşanır?
Ücretli ev emekçileri gittikleri evlerde yaptıkları temizlik işlerini “elin kiri, pisliği, bizim mesleğimiz oldu” diye tanımlarlar.. Horlanmak, aşağılanmak istemezler ve iyi davranış beklerler. “Aileden biri gibi yaklaşıldığı oranda yaptıkları işle bütünleşirler. Bundan dolayı “hayali akrabalık”lar yaratılır. “Anne/ kız”, “abla/ kardeş” tanımlarıyla kendilerini o evin bir bireyi gibi görürler. Karşılıklı güven oluşmasına bağlı olarak evin anahtarlarının teslim edilmesi, ücretli ev emekçileri için önemli bir faktördür. Bu durumda genellikle ücretli ev emekçileri “kendi evimmiş gibi temizlik yapıyorum” bakış açısına sahip oluyorlar.
Ücretli ev emekçilerinin bir çoğu kendisini değersiz görür. Bunun başlıca nedeni iki sınıf arasındaki uçurumun günlük yaşamda evin içindeki çatışmasından kaynaklanır. Kurulan “hayali akrabalık”lar her iki taraf (işçi patron) için de kendilerini aldatmaktan öte bir anlam taşımaz. Lüks evlerin içinde yaşanan sınıf çatışması pratik örnekleriyle çıkar karşımıza. Aynı sofrada yemek yenilmez. “Hayali akrabalık” uydurması yerini ücretli ev emekçisine plastik tabaklarda bayat yemeğin reva görülmesine bırakır.
Evin koltuklarına dahi oturmalarına izin verilmez. Birçok kez evin içindeki köpeğe gösterilen ilgi ve özen ücretli ev emekçisine gösterilmediği gibi yapılan işlere süs köpeklerini gezdirmek de eklenir.
Yaşam kaliteleri arasındaki farklar o kadar çıplaktır ki evin sahibi “patron” “hayali abla” sınıfsal uçurumu kendince bulduğu yöntemlerle gidermeye çalışır! Örneğin, ücretli ev emekçisi evine, çocuklarına et alamadığını dile getirdiğinde patronu ona etin çok sağlıklı olmadığını. “Bak bize. Hepimizde yüksek kolestrol var. Et sağlımız için iyi değil”* diyerek aradaki farkı “azaltmaya” çalışır. Açık ki hiçbir şey sınıfsal uçurumu ortadan kaldırmaz. Yaşam biçimleri, oturulan semtler dahi aradaki farkı net bir şekilde ortaya koyar.
Gündelikçi-aylıkçı, yatılı olarak çalışan ev emekçilerinin yaşadıkları bir başka sorun ise şiddet, cinsel taciz ve tecavüze maruz kalmak veya bu tip tehditler altında çalışmak zorunda olmaktır. Gündelikçi kadınlar, özellikle banyo ve yatak odası gibi alanların temizliğini yaparken büyük bir tedirginlik yaşarlar. Ne yazık ki, evde yaşayan erkeklerin cinsel taciz ve hatta tecavüzüne maruz kalan kadınlar bu tür saldırılara karşı koyamaz. Çaresiz boyun eğerler. Yatılı kalan ev hizmetlileri genellikle evin genç erkekleri tarafından taciz ve tecavüze maruz kalırlar. Hatta “evin hanımı” tarafından oğullarına “ilk cinsel deneyimlerini öğretme” konusunda açıktan teklifler aldıkları dahi olur. Hamile kalma durumunda sessiz sedasız biçimde kürtaj devreye girer.

Güvencesiz çalışma
Ücretli ev hizmetlerinde çalışan kadınların ne bir iş güvencesi ne de sigortaları vardır. İşten atılıp atılmamak “evin hanımının” iki dudağı arasından çıkacak söze bağlıdır. Bu alanın klasik anlamda “iş” “işyeri” ve “patron” ilişkilerinin dışında olması sendikal örgütlenme önündeki en temel engeldir.
İş kanununda ev hizmetlerinde çalışan kadınları kapsayan herhangi bir yasa maddesinin olmayışı sendikasız, sigortasız güvencesiz ve her türlü sosyal haktan mahrum olarak çalışmayı koşullar. “1475 sayılı iş yasasının 5. maddesinin 4. fıkrası gereği ev hizmetinde çalışanlar, iş kanunundan yararlanmazlar. Ayrıca 506 sayılı sosyal sigortalar yasasının 3. maddesi 1. bendi d fıkrasına göre ev hizmetlerinde çalışanlar (ücretli ve sürekli olarak çalışanlar hariç) sigortalı olamazlar. Bu iki yasa maddesi, ev hizmetlerinde çalışan kadınların iş yaşamında herhangi bir haktan yararlanmalarını kesin olarak dışlamaktadır…”**** Zaman zaman ücretli ev hizmetlilerinin çalıştıkları eve ait işyerinden sigortalı olarak gösterildikleri olsa da, bu durum istisnayı aşmaz.
Dolayısıyla herhangi bir hastalık, kaza vb. durumunda çalışan kadınlar, giderleri ceplerinden ödemek zorunda kalırlar. Bağ-Kur’a yazılmak ya da özel sigorta yaptırmak ise kazanılan paranın bir kısmının buraya akması anlamına gelir. Sonuç olarak, bazen onlarca yıl kimi zaman ise bir ömür boyu ücretli ev hizmetlisi olarak çalıştıktan sonra kadınlar yaşlılıklarını en küçük bir gelecek güvencesi olmadan geçirme gerçeğiyle yüz yüze kalırlar.
Eşinin sigortasından faydalanmak ve bu nedenle sigortalı olup olmamayı pek de önemsememek, bu alanın bir başka gerçeğidir. Ne var ki, esnek üretim, taşeronlaştırma ve yasalardaki yeni düzenlemelerle sigortasız güvencesiz çalıştırmanın daha da yaygın hale gelmesi giderek bu “olanağı”da gündemden çıkarır.

Örgütlenme
İmece Kadın Dayanışma Derneği, “Gündelikçi Kadınlar Birliği” Başkanı Yıldız Ay’ın***** belirttiğine göre sadece İstanbul’da 15 binden fazla gündelikçi çalışan kadın var. İstanbul’un zengin semtlerindeki aylıkçı; yatılı olarak çalışanları da buna eklediğimizde rakam daha da yükselecektir.
Tüm Türkiye çapında gündelikçi olarak çalışan kadınların sayısına dair elimizde bir veri yoktur. Fakat İstanbul’a ait olan bu rakam, diğer büyük kentler bakımından bir kıyaslama olanağı sunabilir.
Gündelikçi kadınlar, temizlik şirketlerine doğru akmaya başladıklarında sigorta, sendika ve iş güvencesi mücadelesi yürütmenin zemini de oluşuyor. Çünkü orada işçi statüsünde çalışıyorlar. Herhangi bir şirkete bağlı olarak çalışmayan gündelikçi kadınlar ise her şeyden önce “işçi statüsüne” dahil olmanın mücadelesini yürütmek zorundalar. Bu nedenledir ki, özel ev hizmetlerinde çalışanların iş tanımını yaparak yasalarca işçi statüsüne dahil edilmeleri en önemli taleptir. Gündelikçilerin yasalar kapsamına alınması sendikal mücadelenin önünü açacaktır.
Gündelikçi kadınların yan yana gelebilecekleri ortak herhangi bir mekana sahip olmamaları örgütlenmenin önündeki en büyük engellerden biridir. Öyle ki aynı mahallede oturmadıkça birbirlerinin varlıklarından dahi haberdar olamazlar.
Birçok kadının gündelikçiliğe “geçici bir iş” gözüyle bakması, bazılarının ihtiyaç duydukça yönelmesi gibi faktörler de hak arama ve örgütlenme bilincini negatif yönde etkiler. Tüm bu dezavantajlara karşın yoksul semtlerdeki gündelikçi kadınları, dernek, birlik veya platform gibi yapılanmalar aracılığıyla ve sendika kanalıyla örgütlemek olanaklıdır. Bu tür örgütlenmeler, gündelikçi kadınların yasalar kapsamında işçi statüsüne dahil edilme, iş güvencesi, sigortası, emeklilik hakkı ve can güvenliği gibi temel talepleri için mücadele etmek üzere bir araya gelişlerinin ilk adımını oluşturması bakımından özel bir önem taşır.

(*) Evimizdeki Gündelikçi Kadınlar, Sibel Kalaycıoğlu- Helga R. Tılıç, sf. 55
(**) Başkalarının Kiri, Gül Özyeğin, sf. 36
(***)Evimizdeki Gündelikçi Kadınlar

(****) Başkalarının Kiri, Gül Özyeğin, sf. 184

(*****) Evimizdeki Gündelikçi Kadınlar, Sibel Kalaycıoğlu- Helga R. Tılıç, sf. 165
(******) 1 Ocak 2011 Günlük Gazetesi.

Categories: Sosyalist Kadın 7 | Yorum bırakın

Feodalizmden Kapitalizme Kadın Emeğinin Değişimi

Temel üretim nesnesi toprak olan ve ev iktisadına dayanan feodalizmde, kır ve kent ayrımının belirginleşmesi, yeni meslek gruplarının-tabakaların ortaya çıkması, serf ve toprak beyinin mevcudiyeti, kadınlar arasındaki sınıfsal ayrışmayı da belirginleştirir. “Soylu” zanaatkar ve serf kadın, sınıfsal konumlarına denk düşecek bir biçimde üretime katılır. Kale iktisadında kadın ancak feodal beyin yokluğunda üretimin yönetimine katılırken, zanaatkar ve toprağa dayalı üretim yapan serf kadın, üretimde önemli bir konumda yer alır. Örneğin 1300’lü ve 1400’lü yıllar, kadınların lonca örgütlenmesine katılımlarının en yüksek olduğu dönemlerdir. Sadece kadınlardan oluşan zanaatkarlık bölümleri dahi mevcuttur. Fakat feodalizmde sınıf çelişkisi serf ve toprak beyi arasındadır ve sömürü ise sırasıyla emek rant, ürün rant ve para rant biçimleriyle gerçekleştirilir. Söz konusu toprak rantın feodal beye teslim edilmesinde kadın emeği önemli bir yerde durur. Yaşamı sürdürmek için gerekli her türlü araç ve ürün aile bireyleri -özel olarak kadın- tarafından üretilir. Dolayısıyla, kadın soyun üretiminde de gereksinimlerin üretiminde de önemli bir konumdadır. Fakat üretimdeki bu konumu ev iktisadının kapalı ve doğal niteliği nedeniyle kadını toplumsal alana taşımaktan çok uzaktır.
Üretim araçlarının gelişimi ve makineleşmenin yaygınlaşmasıyla beraber, ev iktisadının ekonomik temeli önemli oranda ortadan kalkar. Kapitalizm, feodalizme karşı zaferini ilan eder. Böylece maddi yaşamın üretimi için zorunlu olan türün ve gereksinimlerin üretimi birbirinden ayrılır. Türün üretimi bireysel ve özel alan olarak kalırken, metaların üretimi fabrikalara kayarak toplumsallaşır. 18. yy sanayi devrimiyle beraber meta üretimi yaygın hale gelir. Serfler proletere, manifaktür atölyeleri fabrikaya, yerel pazarlar ise ulusal pazarlara dönüşür. Kapitalizm bu zemin üzerinden artı değer sömürüsünü gerçekleştirir. İktisadi ve toplumsal yaşam bir bütün olarak değişir ve kadının yaşamı da bu değişiklik uyarınca yeniden şekillenir.
Artık, ev ve işyerinden oluşan iki ayrı dünya vardır ve kadın yalnızca evde değil, metaların üretildiği fabrikalarda da çalışır. Çünkü yeni icat ve buluşlarla gittikçe küçülen makineyi çalıştırmak için artık eskisi gibi kas gücü değil, hızlı, ince kıvrak ve esnek eller şarttır. Kadının bu vasfı, erkeğin kaba ve hantal gücüyle yarışır duruma gelir. Böylece, kadın ve çocukların yalın emeği bir meta olarak kapitalizme kiralanmaya uygun hale gelir. Sonuç olarak, 19. yy’da kadın emeği raslantısal özelliğini yitirir ve kendini genelde kabul ettirir. *
Kadının toplumsal üretime katılmasının temel sonuçlarından ilki, yedek işçi ordusunu muazzam boyutlara yükseltmesidir. Kapitalizmde emek gücü de bir metadır ve herhangi bir metanın bolluğu nasıl onun fiyatını düşürüyorsa emek gücünün bolluğu da emek gücü fiyatını düşürür. Emek gücü ücretinin emek gücünün değerinin altına düşmesi artı değeri artırır. Makineleşmeyle beraber kadınların kitlesel olarak üretim alanlarına akmasının nesnel sonuçları bununla sınırlı kalmaz. Yedek işçi ordusu arttıkça işçiler arasındaki rekabet kızışır ve “Bu rekabet her bir işçiyi her gün gücünün elverdiği kadar fazla çalışmaya zorlar.”** Emek yoğunluğundaki ve üretkenliğindeki rekabete dayalı bu artışın nesnel sonucu, artık emek oranının yükselmesidir. Böylece sermayedar, hem emek gücü ücretlerini düşürerek hem de işçileri işsizlikle tehdit edip üretkenliği arttırarak sömürüyü derinleştirir.
Kadın ve çocuk emek gücünün üretime katılması, yalnızca emek gücü ücretlerinin düşmesine neden olmaz. Aynı zamanda erkeğin emek gücü değerinin düşmesini beraberinde getirir. Emek gücünün değeri, emek gücünün üretimi ve yeniden üretimi için gerekli emek zamanıyla belirlenir. Fakat bu, yalnızca çalışanın yaşaması ve emek gücünü her yeni gün yerine koymasını değil, bir bütün olarak ailesinin devamını sürdürmesi, yani yeni iş gücü kaynaklarının üretilmesi zorunluluğu üzerinden hesaplanır. Makineleşme, kadın ve çocuk emeğini üretime katarak, kapitalistin eskiden sadece erkek işçiye ödediği ücreti bölmesini ve tüm aile bireyleri arasında paylaşmasını koşullar. Böylece kapitalist, sadece işçi ailesi için değil, aynı zamda işçinin kendi emek gücünün yerine konması için de gereken değerler toplamı üzerinden ödeme yapar. Bu da eşi bulunmaz bir kar kaynağıdır.
Üretimin bu biçimde bireysel niteliğini yitirip toplumsal karaktere bürünmesi, dünün ev yaşantısını da değişime uğratmıştır. Ailede birleştirici özeliği olan ve aile bireylerinin yaşamlarının sürekliliğini sağlayan kadının üretim alanlarına çekilmesi, ötelenen çocuk bakımını, ilk eğitim olanağının yitirilişini ve çocuk ana baba arasındaki fiziksel ve duygusal temas azlığını beraberinde getirerek ataerkil aile ilişkilerinin altını dinamitler. Kadının toplumsal üretime akması ve “kutsal eşik”i aşması ilk kez kapitalizmde başlar. Buna rağmen kapitalizm, bütün gücüyle aileyi ayakta tutmaya çabalar ve evin, kadının asli yeri olduğunu vurgular. Dolayısıyla, toplumsal üretime katılan kadın, soyun üretiminde de yer almaya devam eder. Bu nedenle, kadın bir bütün olarak evden kopamaz. Cinsel iş bölümünden dolayı kadının yaşam alanı ev olarak görülür. Kadının harcadığı emek görünmediğinden, onun doğal bir parçası olarak algılanır ve değersizleştirilir. Evdeki bu görünmezlik, toplumsal üretimdeki kadının emek gücü ücretinin düşmesine yol açar.

Toplumsal Üretime Katılan Kadınların Yaşadığı Sorunlar
Kadının kapitalizmle beraber toplumsal üretime dahil edilmesi emek gücü üzerindeki denetimin “koca” ve kapitalist arasında paylaştırılmasına yol açar. Böylece kadın, erkekle olan eşitsizliğini bir de toplumsal alan ve kurumlarda yaşar.
Onu evde ikinci cins konumuna iten erkek egemen sistem, toplumsal üretimde cinsel ayrımcılık biçiminde ortaya çıkar ve kadını burada da ikincil hale getirir. Kapitalizm ve ataerkil sistemin iç içeliği, kadın emek gücünün eşitsiz olarak değerlendirilmesine neden olur. Kadınların eşit işe eşit ücret almasının engellenmesi veyahut emek gücünün ucuza kiralanması, cinsel ayrımcılığın en belirgin görünümüdür. Kapitalizmde kadın, dış dünyaya açılma koşulu bulsa da erkek egemen sistem, onun asıl yerinin evi ve çocuklarının yanı olduğunu propaganda eder. Bunu yapmaktaki amacı kadını sadece eve bağlı kılmak değil aynı zamanda toplumsal üretime dahil olan kadının emek gücünü ucuza kiralamak istemesidir. Ayrıca kadının ev emeğinin görünmemesi, emeğinin “değersiz” ,“işe yaramaz” ,“olmasa da olur” şeklinde gösterilmesini beraberinde getirir. Böylece ataerkil sistem, kadının üretimde ikinci cins olmasını koşullayarak kapitaliste karını yükseltme olanağı verir. Kadın toplumsal konumu nedeniyle toplumsal üretim alanlarında da ikincilliğe boyun eğer. Evde eşinin karşısında öz güvensiz, sessiz, itaat eden, sürekli onaylayan, yaşamın merkezine sürekli başkalarını koyan kadın, sermayedarın karşısına da bu biçimde çıkar. Böylece, ataerkil sistem ile kapitalizm toplumsal üretim alanında da iç içe geçer.
Cinsel ayrımcılık, cinsiyete dayalı mesleklerin ortaya çıkması ve yaygınlaşmasıyla iyiden iyiye derinleşir. Deneyim, kalifiye emek gücü, bilgi, eğitim, uzmanlık gerektiren ve özel olarak da hareketli işler erkeklere, yalın emek gerektiren, durağan daha çok masa başı veya emek yoğun işler kadınlara ayrılır. Bu nedenle, birçok üretim alanında yönetim kademelerini erkekler işgal ederken, “aşağı” konumdaki işler kadınlara havale edilir. Esas işlerde erkekler, tamamlayıcı ve tali mesleklerde ise kadınlar yer alır. Toplumsal alanda kadın, evde yaptığı işlerin bir devamı niteliğinde olan meslek gruplarında görevlendirilir. Cinsiyetçi iş bölümü bununla da sınırlı değildir; aynı departmanda, aynı işi yapan kadın ve erkekleri gruplara ayırmak, erkekleri kadınlardan sorumlu kılmak ve böylece hem kadın çalışanların ücretini düşük tutmak hem de ataerkiyi beslemek, kapitalistin sıkça başvurduğu yöntemler arasındadır. Çoğu zaman işin “niteliksiz” “vasıfsız” olarak etiketlenmesi için işi yapanın kadın olması yeterlidir. Böylece, kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik şiddetlenir, toplumsal cinsiyet rolleri daha fazla derinleşme olanağı bulur. Kadın aleyhine yaratılan cinsiyetçi uygulamalar toplumsal üretim alanındaki kadının misafir konumunu güçlendirir. Bu durum, dışarıdaki dünyanın erkeğe ait olduğu fikrini güçlendirir!

Emperyalist Paylaşım Savaşı
Döneminde Kadın Emeği
I. ve II. paylaşım savaşı döneminde ortaya çıkan en belirleyici gerçek, kadının kitlesel olarak toplumsal üretime katılmasıdır. Savaş boyunca kadın, cephe gerisinde kalarak, erkeğin üretimdeki konumunu devralır. Ağır sanayi de dahil olmak üzere üretimin her alanında aktif konuma yükselir. Savaş döneminde bu bir zorunluluk halini alır, çünkü iki dünya savaşı da beklenenden uzun sürer, stoklar tükenir ve büyük bir emek gücü kaybı yaşanır. Nihayetinde toplumsal üretim alanlarına kadınları çekebilmek için teşviklere başlanır. Böylece kadın, savaşa direk katılmayarak cephe gerisinde kalsa da savaş makinalarının imalinde, bakımında, toplumsal hayatın sürdürülmesi için gerekli ürünlerin üretilmesinde belirleyici konuma yükselir. Erkek nüfusunun azalması nedeniyle üniversiteler çeşitli meslek dallarında uzmanlaştırılmak üzere kadınları öğrenci olarak kabul edilebileceklerini açıklar. Avukatlık, öğretmenlik gibi meslekler birçok Avrupa ülkesinde kadınlara serbest kılınır. Fakat kapitalistler, savaşın bir gün nihayete ereceğini ve önemli miktarda erkek emek gücünün üretim alanlarına akacağını bilir. Bu nedenle üretim alanlarında, kadınları kolayca işten çıkarabileceği şekilde konumlandırır.
Kadınların kitlesel olarak toplumsal üretime katılmaları toplumsal cinsiyet rollerinin sarsılmasına neden olur. Bunu bertaraf etmek için ideolojik araçlarla kadının ikinci cins konumu, toplumsal hafızada diri tutulmaya çalışılır.
Birçok ülkede savaşa “erkekler yerine çalışıp keyif çatan” kadınlar yüzünden son verilmediği ve kadınların “mezar kazıcılar” olduğu suçlaması yöneltilir. Bu dönemde toplumsal cinsiyet rollerinin bir bütün olarak zedelenmesini engellemek için “erkek işinin” kadınlar tarafından nasıl da incelikle, zarafetle yapıldığı anlatılır. Kadınların savaş döneminde yaptığı toplumsal üretim için evde yaptığı üretimin sıfatlarının kullanılması, eşitsizlik, değersizlik yanılsamasını güçlendirmek için sıkça başvurulan bir yöntem olur.
Savaşlar sona erdiğinde ise kadınlardan, tekrar evine dönmesi ve toplumsal üretim alanını erkeğe devretmesi istenir. Bu, kapitalist ile savaştan dönen erkek arasındaki gerici ittifakın bir sonucudur. Böylece, hem savaştan dönen erkeği üretim alanında rehabilite etme olanağı doğar hem de savaş taktiklerini öğrenen ve işsizlik karşısında zora başvurmaktan kaçınmayacak olan erkeği bir tehlike olmaktan çıkarmanın en güvenilir yoludur. Fakat kadınlar artık evden çıkmıştır ve toplumsal cinsiyet rolleri kısmi de olsa değişime uğramıştır.

Ekonomik Kriz ve Kadın
Ekonomik kriz dönemlerinde kadın emek gücü, üretiminden önemli oranda dışlanır. Cinsel iş bölümü bakımından ev, kadının esas çalışma alanı olarak ele alındığından kriz dönemlerinde ilk olarak kadın işten çıkarılır. Kadınların önemli bir bölümünün kayıt dışı çalışıyor olması, üretim süreçlerine düzenli bir biçimde katılan kadın sayısının azlığı, kadın emek gücünün daha çok yalın emek gerektiren işlerde kullanılması ve kadın sendikalaşma oranının düşüklüğü ekonomik kriz dönemlerinde kadınların işten çıkarılmasını kolaylaştırır.
Yine bu dönem, işten atmalar bir tehdit unsuru olarak kadının önüne sürülür ve toplumsal üretimde faal olan kadın, yarı ücretli ya da ücretsiz izinlere, doğum izni ve ücretlerinin düşürülmesine, emzirme yardımı süresinin kısıtlanması vb. uygulamalara göz yummaya mecbur bırakılır.
Kriz dönemlerinde, kadınlar üzerindeki başta ekonomik olmak üzere fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddet biçimleri yoğunlaşır. Ve kriz dönemleri başlı başına bir şiddet olgusu haline gelir.

Emperyalist Küreselleşme Ve Kadının Toplumsal Emeğinin Değişen Yönü
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yaklaşık bir çeyrek yüzyıl sonra, tüm işçi ve emekçilerde olduğu gibi kadınlar üzerindeki sömürü de, kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yoğunlaştırılır. Bu dönemi takip eden emperyalist küreselleşmeyle beraber ulusal tekeller, sermaye sistemindeki önceliği, uluslararası tekellere bırakır. Gelişen teknolojiyle beraber üretim süreci daha küçük parçalara bölünür ve ulusal sınırları aşar. Yerleşik, büyük ve bünyesinde yüzlerce işçiyi barındıran ulusal üretim alanları, küçük, parçalı ve uluslararası bir niteliğe bürünür. Artık belirleyici olan Fordizmin yerleşik-hantal üretim tarzı değil, esnek üretimdir.
Ücrette, üretim alanında, işlevsel etkinlikte ve çalışanların sayısında kendini gösteren esnek üretim, emperyalist küreselleşme döneminde kadınları da hedef tahtasına oturtur. Toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle üretim alanında da ikinci konumda tutulan kadın, toplumsal üretimde uygulanan esneklik politikasına da erkek emekçilere oranla daha şiddetli bir biçimde hedef olur. Neoliberal ekonomi politikalarının en kolay kadınlar üzerinde uygulanıyor olması, OECD ülkelerindeki kadın istihdam oranının 1980 ve 1992 yılları arasında, erkeklere oranla iki kat artmasına neden olmuştur. *

Fason Üretim ve Kadın
Emperyalist küreselleşme döneminde ucuz emek gücü ihtiyacı artar ve dolayısıyla meta üretiminin bağımlı yarı sömürge ülkelere taşınması hızlanır. Bu ise “güç dengeleri birbirine eşit olmayan firmalar arasındaki dikey, asimetrik ve hiyerarşik ilişki”** biçimine denk düşen fason ilişki ve üretim tarzını yaygınlaştırır. Fason üretim tarzında esas üretici firma, metaların üretimi ve yeniden üretimini kendisinden küçük firmalara devreder. Hammadelerin işlenmesi, montajı, etiketlenmesi, baskı ve boyama işlemlerinin yapılması vs. biçiminde parçalara ayrılan üretim süreci, farklı farklı işletmelerde tamamlanır. Ve çoğu zaman, sadece pazarlanması için esas şirkete teslim edilir. Maliyetleri minimum seviyeye çekmek için sıkça başvurulan bu ilişki biçimi kadınları direk etkiler. Zira fason üretim, kadınların yoğun olarak çalıştığı mahalle aralarındaki atölyelere kadar uzanır. Kadınlar bu atölyelerde çoğu zaman kayıtdışı ve kölelik koşullarını aratmayacak biçimde çalıştırılırlar. Atölyenin evlere yakınlığı, kadınların kolayca buralara akmasına neden olur. İstatiki araştırmalar, Türkiye’de çalışan nüfusun dörtte üçünün ve kentlerde çalışanların ise yarıdan fazlasının bu küçük işletmelerde çalıştığını ortaya koymuştur. On kişiden az çalışanı bulunan bu atölyeler, kadın emeğinin sömürüsü için kapitaliste eşi benzeri bulunmaz bir olanak yaratır.

Kayıtdışı Çalışma ve Kadın
Hiçbir sosyal güvenlik kurumunda kaydı bulunmayan çalışanları kapsayan kayıtdışı işçilik, kadınlarda çok daha yüksektir. Yapılan araştırmalar kayıtdışı istihdamın yüzde 70’ini kadınların oluşturduğunu gösteriyor.
Tarımda uygulanan neoliberal politikalar, tarım sektöründe gelecek bulamayan köylülerin geniş aileler biçiminde kentin yoksul semtlerine yerleştirmesine neden olur. İşsizler ordusunu besleyen, büyüten bu kitle özellikle de kadınlar öğrenim durumları deneyimsizlikleri ve cinsiyetçi yaklaşımlar nedeniyle kayıtdışı atölye ve firmalarda ya da kayıtlı işyeri olmasına rağmen kayıtdışı işçi olarak çalışmaya itilir.
Yoksulluk, kadınların enformel (kayıtdışı- geçici) alana kaymalarını hızlandırır. Emperyalist küreselleşmeyle birlikte, pek çok ülkede, kişi başına düşen milli gelir azalır. Asgari ücret, açlık sınırının altında belirlenir. Bu durum, kadınları kendilerine ilk elden kapı aralayan kayıtdışı çalışma alanına mecbur bırakır. Ev eksenli, part-time ve çağrıya bağlı çalışma, aile atölyelerinde ücretsiz aile işçiliği yapma, kayıtdışı çalışma biçimlerinden bir kaçıdır.
Emperyalist küreselleşme ve bu sürece yeni tipte entegrasyon politikaları çerçevesinde yapılan özelleştirmeler de kayıtdışı sektörün ve kayıtdışı çalışanların oranını önemli ölçüde artırır. Kamuda çalışan kadın personelin özelleştirmeler çerçevesinde iş güvencelerini yitirilmeleri ve kolaylıkla işten çıkarılmalarının önünün açılması, kayıtlı alandan kayıtdışı alana emek gücü akışını hızlandırır. Sermayedarlara göre “Kamu istihdamı alanında çağın en önemli gereği esneklik süreçlerine uyumdur.”* Bu bakış açısı temel alınarak yapılan özelleştirmeler, birçok kadını işsiz bırakarak kayıtdışı alana kaymasına neden olur.
Kapitalistler için kayıtdışı çalışma alanlarının artması, muazzam bir artı değer sömürüsü anlamına gelir. Birçok çok uluslu şirket (CUŞ) azami sömürüyü sağlayabilmek için naylon işletmeler kurar. Ve üretimi bu atölyeler aracılığıyla gerçekleştirir. Bu nedenle formel alanın büyüme hızı yüzde 1 iken, kayıtdışı (enformel) alanın büyüme oranı yüzde 5’tir. Dünya üretiminin yüzde 35’i ise hiçbir sosyal hakka sahip olmayan kayıtdışı çalışan işçiler tarafından yapılır. Kadınların büyük çoğunluğu kayıtdışı çalışır. Dolayısıyla, toplumsal üretime katılımları olduğundan daha düşük görülür.
Yapılan birçok araştırma, kadınların toplumsal üretimde bulunma oranlarını istikrarlı bir biçimde düştüğünü gösterir. Fakat gerçek, kadının üretime katılım oranlarının düşmekle birlikte daha çok kayıtdışı alana kaydığıdır. Bu nedenle kayıtdışı istihdam, toplam üretimdeki kadın oranını gizleyerek sayısal bir görünmezlik yaratır. Örneğin, TÜİK verilerine göre Ağustos 2010 itibariyle son bir yılda iş olanağı sağlanan 442 bin kadın çalışanın yüzde 61’i kayıtdışı istihdam edildi*

Ev Eksenli Üretim ve Kadın
“Evde çalışan tarafından, kendi evinde veya işverenin işyeri hariç kendi seçtiği bir mekanda, ödeme karşılığı yanına ve techizatı malzemeyi ve kullanılan diğer girdileri kimin sağladığı önemli olmaksızın, işveren tarafından belirtilen bir ürün veya hizmetle sonuçlanan iş” olarak tanımlanan ev eksenli çalışma kimi akademisyenler tarafından feodal döneme kadar götürülse de doğru olan, bu üretim tarzının kapitalizmde başlayıp emperyalist küreselleşme döneminde yaygınlaştığıdır. Zira, günümüzde ev eksenli üretim ile kapitalizm öncesi sistemlerin ev iktisadı temelden farklıdır. İki üretim arasındaki en büyük benzerlik üretim alanının ev olması, evin çalışma alanına çevrilmesidir. Fakat bugün feodal dönemin aksine kadın, ev eksenli üretimde direk artı değer üretir. Yaptığı iş karşılığında ücret alır ve bu onun emeğini kısmen de olsa görünür kılar.
Günümüzde üretimin her geçen gün daha küçük parçalara bölünmesi, eve iş vermeyi mümkün kılar. Kapitalist bakımından ev eksenli üretim, üretim maliyetlerini düşürmenin önemli yollarından biridir. Kapitalist, bu üretim biçimiyle artık ne vergisini ödeyecek bir işyerine ihtiyaç duyar ne ulaşım, yemek, sigorta gibi emek gücünün yeniden üretimi için zaruri olan ihtiyaçları karşılayacak, ne de elektrik, su makine, vb. araçlara harcama yapacaktır! Evdeki kadın ve çocuklar, onun kölelik koşullarını aratmayacak şekilde çalışan işçilerine dönüşür. Ev eksenli üretim tüm dünyada özel olarak da kadınların toplumsal alanlara çıkamadığı Ortadoğu ve Asya gibi kıtalarda ve özellikle Müslüman ülkelerde büyük bir hızla yaygınlaşır. Cinsiyetçi iş bölümü nedeniyle ev eksenli üretimin yüzde doksanı kadınlar tarafından gerçekleştirilir.
Çeşitli fason şirketler ya da esas firmaların semt temsilcilikleri aracılığıyla evlere dağıtılan ürünler, aracılar eliyle tekrar firmalara ulaştırılır. Üretimden sorumlu firma ve üreticiler arasında kurumsal ve kişisel düzeyde aracılar ağı vardır. Bu nedenle, üretimi gerçekleştiren kadınlar üretici firmayla direk karşı karşıya gelmezler. Verilen işi zamanında teslim edebilmek için çok büyük emek harcanır. Ve çoğu zaman çocuklar da üretime dahil edilir. Bu şekilde üretilen metalar uluslar arası pazarlara kadar uzanır. Örneğin bugün birçok Avrupa ülkesinde “son sekiz yılda, iç pazarlardaki yün maliyetinin altında satılan ithal el örgüsü kazaklar”** pazarı ele geçirmiştir. Bu el örgüsü kazaklar, Türkiye gibi emek gücünün ucuz olduğu ülkelerde yapılır ve ihraç edilir. El örgüsü bir kazağın fiyatının iç pazardaki yün maliyetinden de düşük olması sömürü düzeyini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Bu tarz çalışmada kapitalistin yararlandığı tek şey ucuz emek, düşük maliyet değildir. Ev eksenli çalışma ile işçi sınıfı arasındaki organik bağı da ortadan kalkar. Böylece sınıf parçalanır ve tek tek evlere hapsedilir. Sendikalaşma ve sınıf dayanışmasının nesnel zemini bu çalışma biçimiyle beraber zayıflar. Üretimin evde yapılması, ailedeki toplumsal cinsiyet rol dağılımını ve erkek egemen sistemi güçlendirir. Ayrıca burjuvazi, kadını ev eksenli çalışma düzeyine hapsederek hem toplumsal üretime katılmasını sağlar hem de evin dışına adım atmasını engeller.
Böylece burjuvazi, kadının emek gücünü azami düzeyde sömürürken evdeki konumunu da pekiştirir.

Bir Kayıtdışı Çalışma Örneği
Part-Time Çalışma
Kadınları sömürmenin en etkin yöntemlerinden biri de part-time çalışma biçimdir. Kadın, emek gücünün erkeklere oranla daha sık tercih edildiği etkin bir sömürü çarkıdır. Yarım gün çalışılıyor olması sömürüyü meşrulaştırır. Part-time çalışan kadın hiçbir sosyal haktan yararlanamaz. Bu, kapitalist için üretimde maliyetin azalması anlamına gelir. Ve maliyetin azalması karın yükselmesini tetikler. Ayrıca yarım gün çalışma, işyerinde yapılacak olan kreş, emzirme odaları gibi harcamaları ortadan kaldırıp doğum izni, haftalık tatil, yıllık ücretli izin gibi hakları da ‘gereksiz’ hale getirir. Kapitalist, bu tarz çalışmayı yalnızca karını arttırmak için değil, aynı zamanda ailede çocuk bakımı gibi kadına biçilen rollerle, emperyalist küreselleşmenin kadına biçtiği yeni rolü birilikte yürütebilmeyi sağladığı için tercih eder. Çalışma sürelerinin esnetilmesine bağlı olarak ortaya çıkan bu kayıtdışı çalışma biçimine kadınların katılımı özel olarak teşvik edilir. Örneğin Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde; “Kadınların yüzde 29’u kısmi-süreli işlerde çalışırken, erkeklerde bu oran yüzde 7’dir.”* Türkiye’de ise bu oran daha çok yüksektir. TUİK verileri, Türkiye’de kısmi-süreli çalışan ücretlilerin yüzde 60’ının yevmiyeli ve kısmi-süreli çalışanları ise yüzde 64’ünü kadınların oluşturduğunu ortaya koyar.
Sonuç olarak:
Kadın, kapitalizmde toplumsal üretime katılır. Emperyalist küreselleşmeyle birlikte ise bu oran artar. Böylece, kadın özgürlük mücadelesinin nesnel zemini de güçlenmiş olur.
Çünkü kadının toplumsal üretime katılması, onu ailenin sınırları dışına çıkarır. Ve dışarıdaki dünya ile temasını artırır. Kadının aile kurumunun dışında çalışması, evdeki erkeğin kadın üzerindeki cinsel denetimini zayıflatır. Ona, görece bir özgürlük alanı açar. Ve kadının toplumsal üretimdeki emeğin ücretlendirilmeyle beraber kadın bilincinde de değişiklikler oluşur.
Cinsel işbölümü gereği ailedeki roller temelden değişmese de fiilen geleneksel rolleri azalır ve bu kadın bilincini pozitif yönden etkiler.
Kadınların toplumsal üretime katılmasıyla kadın özgürlük sorunu bireysel boyuttan çıkıp, toplumsal karaktere bürünür. Zira ilk kadın kurtuluş hareketleri ve teorileri de kapitalist sistemin evrensel boyuta ulaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Boşanmaların kolaylaşması, seçme ve seçilme hakkı, temsiliyet sorunları, kürtaj hakkı, eğitim ve ekonomik ünvan edinme hakkı, kadına yönelik cinsel, fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddete karşı kitlesel karşı koyuşları da beraberinde getirir. Her şeyden önce “Kadın, bununla erkeksiz de yaşama olanağı kazanmış bu kadına ilk kez tamamiyle bağımsız bir yaşam sürdürme yeteneği vermiştir”.* Bu nedenle evlilik bir zorunluluk olmaktan çıkmış, kadın daha ileri yaşta evlenme olanağı yakalamıştır. Boşanma oranları hiç olmadığı kadar yükselmiştir. Ayrıca kadın, cinsel taleplerinin yanı sıra ekonomik hakları için de mücadeleye girişmiştir.
Tüm bunlar, kadının toplumsal üretime katılmasının sonuçlarıdır. Fakat bu gelişmelere rağmen, çalışma kadının toplumsal cinsiyet rollerinde temelden bir değişimi yaratmaz. Çünkü ataerkil toplumsal düzen sırtını sermayeye yaslayarak kendini yeniden üretir. Dahası, kapitalizmin ataerkil sistemle olan içiçeliği kadının kölece çalışmasını şiddetlendiren bir faktördür. Bu sebeple kadınların kitlesel kurtuluşları ancak, kapitalizme ve erkek egemenliğine karşı başlatılacak savaşımla mümkündür.

Yararlanılan Kaynaklar
• Karl Marks; Kapital Cilt 1.
• Friedrich Engels; İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu
• Clara Zetkin; Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar
• A. Collantay, Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu
• A. Bebel, Kadın ve Sosyalizm
• Toplumlar Tarihi,
Özgür Gençlik Kitaplığı
• Şirin Tekeli, Kadınlar İçin
• Tony Cliff, Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi
• Mustafa Cemal, Eşitlikçi Toplumlar
• Georges Duby, Michelle Perrot;
Kadınların Tarihi 5
• Gülnur Acar Savran; Kadınların
Görünmeyen Emeği
• Lindesy German; Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm
• Şirin Tekeli; Kadınlar ve Siyasal
Toplumsal Hayat
• Jenny B. White; Para ile Akraba
• Saniye Dedeoğlu, Melda Yaman
Öztürk; Kapitalizm, Ataerkillik ve
Kadın Emeği
• Saniye Dedeoğlu; Görünen Eller
Görünmeyen Emek; Doğudan Dergisi sayı Eylül-Ekim 2008
• Sibel Özbudun, T. Demirer,
Cahide Sarı; Liberalizm/ Muhafazakarlık Kıskacında Kadın
• Teoride Doğrultu Dergisi;
Cinsel Devrim; Sayı 28
• Feminist Politika; sayı 3
• Özgürlük Dünyası; Kadının İşgücü
Piyasasından Çekilmesi ve Piyasanın Esnekleştirilmesi
• Dilek Hattatoğlu; Yerli bir Feminizme Doğru Ev Eksenli Çalışma Stratejileri makalesi
• Aksu Bora; Kadınların Sınıfı
• Sheila Rowbotham; Kadın Bilinci
Erkek Dünyası
• Maria Mies, Veronika Bennholdt
Thomsen, Claudia Von Werlhof;
Son Sömürge Kadınlar

Categories: Sosyalist Kadın 7 | 1 Yorum

Ev Eksenli Çalışanlar Alanında Örgütlenme Deneyimleri

Ev eksenli çalışma, kadınlar bakımından yaygın bir iş sahasıdır. Ama bu yaygınlığa uygun bir örgütlenme alanı ve hak tanımından söz etmek mümkün değildir. Çalışma koşullarının düzensizliği, iş güvenliği ve sosyal güvenlik haklarının olmayışı gibi sorunlar, ev eksenli çalışanların başlıca sorunları olarak karşımıza çıkar. Evlerde, merdiven altlarında veya sokak aralarındaki küçücük mekanlarda çalıştıkları için denetim dışıdırlar. Kayıtdışı güvencesiz çalıştıkları için, herhangi bir iş yasasından yararlanma olanakları da yoktur. Tecrit ve dağınık çalışmaları, örgütlenmelerinin önünde en büyük engeldir. Tüm bu olumsuzluklara karşın, dünya çapında ortaya çıkan örgütlenme girişimleri, örgütlenme hakkının somutlaşmasıyla sonuçlanan örnek mücadele yöntemleri ve deneyimleri, çalışan kadınları cesaretlendirip harekete geçirmiştir. Türkiye’de de ev eksenli çalışanlar çeşitli örgütlenme modelleri geliştirerek, bu alandaki dağınıklığı giderme arayışı içindedir. Çok doğal olarak örgütlenecekleri yerler de sendikalardır.
Ancak var olan sendikal yönetimler -birkaç sendika dışında- bu alana ilişkin herhangi bir strateji sahibi olmadığı gibi, ev eksenli çalışanları işçi olarak da nitelemiyor. Sendikaların işçilik anlayışı, salt işyeri ve fabrika düzeni algılayışında kalmış durumda.
Oysa ki, emperyalizmin küreselleşen ekonomisine hizmet eden neoliberal politikalar, mal ve hizmet üretiminde farklı çalışma biçimlerinin yolunu açmıştır. Formel, düzenli çalışma yerini, giderek esnek kuralsız, güvencesiz, kayıt dışı taşeron sistemine, düzensiz yani enformal çalışmaya bırakmıştır. Firmalar, işleri işyeri dışına kaydırarak mal ve hizmet üretimini taşeron alt firmalara, istihdam bürolarına, küçük işyerlerine, atölyelere oradan mahallelere ve evlere doğru yaygınlaştırdı. Elbette en ucuz iş gücü olarak kullanılan kadın emeği de bu süreçle birlikte sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirilmiş oldu. Uluslararası sermaye sınıfının üretim sürecini belirlediği bu kuralsızlık karşısında, sendikalar değişen bu üretim sürecine ayak uyduramadı, buna ilişkin yeni stratejiler geliştiremedi. Sermayenin saldırıları karşısında bir tepki geliştiremediği gibi adeta politikalarına yedeklendi, onların işlerini kolaylaştırdı. İşten atılmalar ve özelleştirmeler sonucunda üye kaybına uğrayarak kan kaybetti. Milyonlarca çalışan, güvencesiz ve örgütsüz bir durumda. Sendikaların bu olumsuzluğuna karşın, çalışanlar örgütlenme istek ve mücadelesi içerisinde. Çünkü işçiler, sermayenin saldırıları karşısında ekonomik demokratik hak ve çıkarlarını güvenceleyecek ve geliştirecekleri emek örgütü olarak sendikaları görüyor. Sendikal örgütlenmenin olmadığı yerlerde başkaca örgüt biçimleriyle karşılaşmak da mümkün. Çalışma grupları, kooperatifler, atölyeler, örgütlenme ağları, sendikal girişimler, platformlar, dernekler çalışanların başvurduğu veya kurduğu başlıca örgütlenme modelleridir.
Ev eksenli üretim süreci içerisinde yer alan kadınların başvurduğu bu modellerden birisi Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Grubu’dur. ILO’nun 177 sayılı Evde Çalışma Sözleşmesi’ni benimseyen ve bu doğrultuda il ve ilçelerde çalışma atölyeleri oluşturan bu grup, ev eksenli çalışan kadınlar arasında çeşitli incelemelerde bulunmuş ve kadınların örgütlenme, sosyal güvenlik hakkı gibi öncelikli taleplerini açığa çıkarmış.
Bu grup; Van, Muğla, Sincan, Antalya, İstanbul, Sivas, Gaziantep gibi il ve ilçelerde yaptığı alan çalışmalarında, ev eksenli çalışan kadınların yaşadıkları sorunların çözümünün, sosyal güvenliklerini elde etmelerinin ve iş güvencesine kavuşmanın ön koşulu olarak örgütlenmek istediklerini belirtmişler. Örgütlenmenin kendilerine görünürlük kazandıracağını, haklarını elde etme mücadelesi doğrultusunda baskı grubu oluşturma imkanını sağlayacağını ifade etmişler. Örgütlenmenin sendikalara üye olmanın yolunu açabileceğini, iş bulmayı kolaylaştıracağını ve pazarlık güçlerini artıracağını söyleyen kadınlar, örgütlenmenin kendi aralarındaki sosyal dayanışmayı kuracağını, bilgi ve becerilerini geliştirmek için eğitim imkanlarının sağlanacağını düşünüyorlar.

Sendikal Örgütlenme Deneyimleri
Dünyada ve ülkemizde bazı işçi sendikaları ve konfederasyonlar, enformal çalışanları -buna ev eksenli çalışanlar da dahil- örgütlenmesi gereken kesimler olarak görüp kendi bünyesinde örgütlemeye yönelmiştir.
Uluslararası sendika konfederasyonlarının enformal çalışanlara ilişkin yaklaşımları ve politikaları, üretim sürecinin çok gerisinde seyreder. 90’lı yıllarda enformal çalışanlara yönelik bazı tavsiye kararları alırlar.
Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu ICFTU, enformal çalışmanın bir tercih değil, işçilere dayatılan bir biçim olduğunu ve yasal olarak örgütlenemediklerini, ancak ilgi gösterildiği takdirde bunun sağlanabileceğini kabul etmektedir. Üyesi sendikaların bu amacı gerçekleştirmek için yapabileceklerini belirlemiş ve tavsiye kararı haline getirmiştir.
Dünya Sendikalar Birliği (WCL), bir adım daha atarak bu alana ilişkin bağlayıcı bazı kararlar alır. 1997 yılında gerçekleştirdiği 24. Kongresinde, enformal sektörü 1998-2002 dönemini yönelim önceliklerine dahil eder. İnsanların fakirlik ve seçeneksizlik yüzünden kayıtdışı ve güvencesiz çalıştıkları belirlemesiyle, enformal çalışanların asgari yasal işçi haklarından yararlanır hale getirilmesi mücadelesine vurgu yapar.
Sektörel bazda örgütlü bazı sendika ve konfederasyonların da bu alana ilişkin araştırmaları söz konusu. ICFTU’ya bağlı Tekstil Federasyonu’nun bazı araştırmaları ve ayrıntılı kararları bunlardan biridir.
Kanada, Avustralya, İtalya, Almanya, Portekiz, Hollanda, İrlanda, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya, Senegal gibi ülkelerde bölgesel ev eksenli çalışanların örgütlülükleri ve sendikaları bulunmaktadır.
Portekiz Madeira Nakış İşçileri Sendikası: Özerk bir ada olan Madeira adasında turistlere ve ihracata dönük hediyelik eşyalar, havlu, çarşaf, giysi gibi ürünler, daha çok ev eksenli işçiler tarafından üretilir ve ada bu anlamda bir merkez niteliği de taşır. Örgütlenme süreci ilk olarak 1937’de kurulan nakış işçileri derneği ile başlar. Üyeleri, nakışçılar ve bu işi yapan işverenlerdir. 1975 yılında bu süreç sendikalaşmaya dönüşür. Kadın üyelerin belirlediği ve kadın sendika başkanını seçtiği yeni bir yönetim oluşturulur. Sendika yönetimi, bu sektöre iş yapan ev eksenli çalışanları da üye yapma kararı alır ve bu karar doğrultusunda ev eksenli çalışan kadınlar arasında örgütlenme faaliyetlerini başlatır. Mektuplaşma, kapı kapı dolaşma, toplantılar yapma şeklinde sürdürdükleri örgütlenme faaliyetlerinde, kadınları işçi olduklarına ikna etme çalışması yürüterek ilgilerini sendikaya çekerler. 1976 yılında hükümet, ev eksenli çalışanların da işçi olduğunu kabul ederek örgütlenme hakkı tanır. Bu hakkın elde edilmesiyle birlikte üye sayısında bir artış sağlanır ve iki bin kadın sendikaya üye olur. Sendika 1979 yılında ev eksenli çalışanların sosyal güvenlik hakkını elde eder. Böylece nakışçılar, emeklilik ve hastalık iznini kullanır. Daha sonraki yıllarda, yasal işsizlik yardımı, kadınlara erken emeklilik hakkı elde edilir. Sendika, 1996 yılından itibaren hasırcıları da örgütlemeye başlar. 2000 yılında üye sayıları 8 bine ulaşmış durumdadır.
Avustralya Tekstil, Giyim ve Ayakkabı İşçileri Sendikası (TCFUA): Hem kendi sektörlerindeki işçileri hem de ev eksenli işçileri üye alan bir sendikadır. 1986 yılında politikasında değişiklik yapan sendika, ev eksenli çalışanlara yönelerek çeşitli araştırmalar yapar ve bu alana ilişkin deneyimleri inceler. ev eksenli çalışanların kadın ve özellikle göçmen olmaları nedeniyle, sömürüye, şiddete, baskıya daha açık olduğunu ortaya koyar. 1987 yılında iş yasalarında yapılan değişiklikle, ev eksenli işçilerin çalışma ve ücretlerinde iyileştirmeler sağlanır. Onlar da formal alandaki işçilerin haklarına yakın haklardan yararlanmaya başlar. Yasal ücretlere uygun ücret, çalışma saatleri, yıllık izin, yıllık ücret zammı ve fazla mesai ücreti gibi hakları işverenle yapılan sözleşmelerde yer alır.
Sendika, on yıl içinde çeşitli kampanyalar düzenleyerek, ev eksenli çalışanlara ulaşma, onları yasal hakları hakkında bilgilendirme ve sendikaya üye olmalarını sağlamaya çalışmıştır. İlk aşamada hayata geçirdiği kampanya, ev eksenli çalışanlara yasal haklar ve sendikanın politikaları hakkında bilgilendirme aydınlatma çalışmasıdır. Bu kampanya sürecinde göçmen işçileri de kapsayacak 14 dilde ayrı broşürler çıkarılır, göçmenlere yönelik radyo ve gazetelerde çeşitli bilgilendirme ve yazılar yayınlanır. Yine aynı sendika tarafından göçmen işçilerle kendi dillerinde yaygın toplantılar gerçekleştirilir. Bu kampanyada binlerce ev eksenli çalışan kadınla doğrudan ilişkiler kurulmasına karşın az sayıda üye kaydı yapılır.
Sendika 1990 yılında sona erdirdiği kampanyanın ardından, ev eksenli çalışanların diğer üyelerle aynı şekilde örgütlenmesine karar verir. Topluluklar temelinde örgütlenmelerini savunur. Bu karar, ev eksenli çalışanların ilgisini zayıflatıcı bir rol oynar. Çünkü, dağınık ve tecrit koşullarda çalışan bu işçileri örgütlemek özel yöntemleri gerekli kılmaktadır. Onlarla ilişkilenmek, ikna etmek ve işçi olduklarına inandırmak gerekir. Bir işletme sisteminde çalışmadıkları için, topluluklar halinde üyelikleri de beklenemez. Bu beklenti, daha sonra TCFUA’nın bu alandaki faaliyetlerini zayıflatıcı bir rol oynamıştır.
1993 yılında Avustralya merkezi hükümet, uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda bir dizi karar alır. Bu kararların ardından yapılan yasal düzenlemelerle başta işçi haklarında ciddi kısıtlamalara gidilir. Uygulamaların en ciddi örneği, işçi ücretlerinin düşürülmesidir. Bu politikanın ilk ve keskin yansıması ev eksenli çalışanlar üzerinde olur.
Sendika, işçi haklarının kısıtlanmasının, üretim sürecinin yeniden yapılandırılması anlamına geldiğini ve küresel bir zincirle karşı karşıya olduğunu gördü. Bu zincirin bir ucunda uluslararası tekeller diğer ucunda ise fabrikada ve evde çalışanlar vardı. 12-18 saat evde çalışan bu işçiler, yasal haklarından yeterince haberdar olmadığı gibi, işverenler de zorunlu oldukları yükümlülükleri yerine getirmemez.
Sendika, bu gelişmeler ışığında 1994 yılında yeni bir kampanya başlatır. Bir yandan üretim zincilerini izlerken, diğer yandan ev eksenli çalışanlarla yakın ilişkiye geçmeye başlar. Çeşitli yöntemlerle ilişkilenen ev eksenli işçiler, çalışma koşullarını deşifre ederler. Baskı, taciz, tehdit, şiddet gibi muamelelere maruz kaldıklarını bildirirler. Özellikle Çinli ve Vietnamlı kadınlar kölece çalışma ortamları hakkında bilgi vererek, korkunç bir sömürü ve baskı altında çalıştıklarını kamuoyuna yansıtırlar. 1995’te bu kampanya sürecinde elde edilen bilgiler doğrultusunda “Modanın Gizli Bedeli” adlı bir rapor hazırlanır ve kamuoyun bilgisine sunulur. Enformal çalışmanın omurgasını oluşturan ev eksenli işçilerin çalışma koşulları ve nasıl azgın sömürü dişlileri arasında ezildikleri gözler önüne serilir. Bu rapor ve kampanya süreci, Asyalı kadın işçi dernekleri ve örgütlerinin ilgi ve desteğini de harakete geçirir.
Sendika, sürdürdüğü kampanyanın ikinci adımında taban örgütlerinin oluşturulması için eğitim faaliyetlerine ağırlık verir. Yerel liderler yetiştirmeye öncelik veren sendika, ortak bir dilin oluşturulması için de, ingilizce dil kursları açar. Bu çalışmalar, sendikayı çeşitli grupları ile buluşturur ve yaygın taban örgütleri kurulur. Dinsel gruplar, kadın örgütleri, adalet komiteleri, yardım örgütleri, ulusal öğrenci birlikleri ile ülke ya da eyalet düzeyindeki kurumların örgütleri, sendikanın destekçi örgütleri haline gelirler. Sendika bu güç birliği içinde 1997 yılında “Adil Giyim Kampanyası”nı başlatır. Bu kampanyanın amacı, uluslararası firmaların teşhirine dayanıyordu. Üretim süreçlerini izleyen sendika, tüketicilere işçilerin hangi çalışma ortamlarında ve sömürü altında çalıştıklarını görsel, yazınsal bilgilendirmeler, çeşitli protesto eylemleri gibi birçok meteryalle anlatarak firma teşhiri yapar. Bu teşhir baskılaması Avusturalya’daki moda sanayini etkilemiştir. Moda sanayi işverenleri sendika ile görüşmek zorunda kalır ve evde çalışan işçilerin haklarında iyileştirmeler üzerine anlaşmaya varılır. Firmalar, ev eksenli çalışan işçilerin asgari ücret almasını, yasaların gerektirdiği sosyal yardımlardan yararlanmasını, taşeronların ve şirketlerin ayrıntılı bilgi vermesini ve sendikanın çalışma koşullarını tekip etme yetkisini tanımak zorunda kalır. Sendika, özellikle izleme yetkisi dahilinde ulusal ve uluslararası şirketleri izleyerek bunlardan bazılarına yeterli koşulları sağlamadığı için davalar açmış, Nike ve Adidas’a karşı açtığı davalarda, Adidas uzlaşma yolunu seçmek zorunda kalmıştır.
Avusturalya Tekstil, Giyim, Ayakkabı İşçileri Sendikası TCFUA, ev eksenli çalışanların yasal haklarını elde etme mücadelesi, hükümetin bu işçilere yönelik kısıtlama politikalarını geri aldırdı. Sendika sayesinde birçok reformlar yapıldı. Birçok eyalette konfeksiyon işçileri yasal işçilik haklarından yararlanıyor. Avusturalya’daki “Evde Çalışan İşçiler Uygulama Yasası” dünyada bu alana ilişkin en iyi yasa olarak adlandırılıyor. Sendika, bu alanda 10 yıl önce çalışanların sayısının 30 bin olduğunu ve son yıllarda bu sayının 330 binlere ulaştığı bilgisini veriyor. Buna karşılık ev eksenli çalışanların sendikaya üyelik sayısının hala çok yetersiz olduğunu belirten sendika, bu alanda örgütleme yapacak sendikaların, bu işçilere ulaşmak ve örgütlemek için çalışmalarını buna uyarlamalarının önemine dikkat çekiyor.
Hindistan- Serbest Çalışan Kadınlar Örgütü (SEWA): SEWA, 1972 yılında Hindistan’ın Ahmedabad kentinde kadınlar için kurulan bir sendika. SEWA’nın kurucuları, Hindistan’ın en büyük Tekstil İşçileri Sendikası TLA’nın bünyesinden çıkmıştır. Dünyadaki en eski ev eksenli çalışan kadınlar sendikasıdır ve en çok üyeye sahiptir. 2002 yılına geldiğinde üye sayısı 250 bini aşar. ev eksenli çalışanlar kayıtdışı oldukları için yasal olarak sendika üyesi olamıyor. SEWA, bu anlamda 7 yıl süren bir hukuk mücadelesi sonucunda yasal sendika hakkı kazanır ve kendini işçi sendikası olarak tescil ettirir.
SEWA’ya üye olan işçilerin profilleri çok değişik. Üyelerinin hemen hemen tümü enformal işlerde düzensiz çalışıyor. ev eksenli çalışan kadınlar, sokak satıcıları, temizlik işçileri, atık kağıt toplayıcıları, inşaat ve tarım işçileri bu sendikanın üyeleri arasındadır. Oran olarak üyelerinin üçte ikisi sokak satıcısı, üçte biri ev eksenli çalışanlardır. Üyelerinin çoğu yoksulluk sınırının altında ve sosyal güvenceden yoksun yaşayan kadınlardır.
Sendika, ev eksenli çalışanların yaptığı iş üzerinde söz ve denetim sahibi olmasını ve bu işçilerin sosyal güvenlik haklarına kavuşmasını öncelikleri olarak görüyor ve önemsiyor. Bu amaçla, ev eksenli çalışan işçilerin ve üyelerinin çeşitli emek kooperatifleri gibi örgütlenmelerine yardımcı oluyor. Bu tür örgütlenmeler, çalışanlar arasında yardımlaşma duygusunu geliştirdiği gibi yeni istihdam yaratma olanağını da sağlıyor. Kooperatif yönetimleri aynı zamanda bir örgüt olma özelliği de taşıyor. Sendika, böylece örgütlenme seferberliğini, daha iyi istihdam koşulları yaratma faaliyetleri ile de birleştirmiş oluyor.
SEWA, bu işçileri örgütlerken, diğer yandan yoksul ve güvencesiz üyelerine yönelik tekstil alanında mesleki eğitim, sağlık hizmetleri, üyelerine pazarlarını genişletebilme olanağı, yine üyelerinin kullandığı iş aletleri ve makinelerinin sağlanması gibi birçok dayanışma hizmetleri de veriyor.
Sendika, 1975 yılında kurduğu bankasıyla üyelerine kredi sağladı. Üyesi yoksul kadınlara verdiği kredilerle, pazar ve kaynak bulabilmelerine destek verdi. On binlerce yoksul kadın bu bankadan aldığı küçük kredileri kullanabilme olanağına kavuşuyor. Bunun yanısıra, üyelerinin eğitim, tamir, ev onarımı gibi çok çeşitli harcamaları için kredi vererek kaynak sağlıyor.
Kadınların küçük üretim alanında mikrokredi sistemiyle desteklenerek çalıştırılması uygulaması, Hindistan merkezli bir sermaye hareketi olarak bütün dünyada da yaygınlaştırılmıştır. Ama SEWA’dan farklı olarak uluslararası bankalar üzerinden örgütlenen ve geliştirilen bir süreçtir bu.
Güney Afrika- Serbest Çalışan Kadınlar Sendikası (SEWU): SEWU, 1974 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Durban kentinde kurulmuştur. Hindistan’daki Serbest Çalışan Kadınlar Örgütü SEWA’dan esinlenerek aynı stratejiyi uygulamıştır.
Önceleri küçük bir birlik olarak faaliyetlerine başlayan bu örgüt, kendi hesabına çalışan ve üçten fazla kişi çalıştırmayan, geçici iş yapan, hiçbir sendikaya üye olamayan, evin geçimini üstlenmek zorunda kalan kadınları bir araya getirme amacıyla faaliyetlerine başlar.
Sendikanın ilk temas ettiği kesim, sokak satıcısı kadınlarla, ev eksenli çalışan kadınlar olur. Sokak satıcısı kadınlar, zanaat işleri, otlarla ilaç, plastik su kapları, otobüs yolcularına yastık ve yaygı yapımı, sebze, meyve ve bira satışı gibi birçok işi yapmaktadır. ev eksenli çalışanlar ise daha çok dikiş, örgü ve seramik gibi işler üzerinde yoğunlaşmaktadır.
SEWU, Hindistan’daki kardeş örgütü SEWA ile işbirliği içinde yasal iyileştirmeler sağlamak için birçok eylem ve polisle çatışmalara girdi. Yetkililerle görüşmeler sonucu, sokak satıcılarının daha iyi koşullarda çalışabilmelerine olanak sağlayacak düzenlemeler yapılmasını sağladı. ev eksenli çalışanlara iş almada ve bu pazara erişmede kolaylıklar sağlamayı başardı. Yasal sorunların çözümünde, çocuk bakımında, küçük krediler almada, mesleki beceriler edinmede gibi birçok konuda kadınlarla dayanışma içinde bulundu.
Kırsal kesimlerde ve kentin varoşlarında şubeleri bulunan sendikanın, büyük kentlerde üye sayısı da bir hayli fazlalaşmıştır. 1999’da sendikanın üye sayısı 2.500’e ulaşmıştır. Faaliyetlerini sürdüren sendika üye sayısını giderek artmıştır.
SEWU, uluslararası ilişkiler ve ortak çalışmalar alanında da önemli bir nitelik ortaya çıkarmıştır. Afrika kıtasında hükümet dışı örgütlerin katılımıyla “Enformal Çalışma” konulu atölye çalışması gerçekleştirir. Afrika’nın Gana, Fildişi, Benin, Toga ve Senegal gibi ülkelerinde enformal çalışmaya ilişkin incelemeler yapar. Bu incelemeler sonucunda, üretimin yeniden yapılandırılması sürecinde, İMF ve Dünya Bankası destekli uyum programları sonucu, özelleştirmelere bağlı işten atmaların yoğunlaşması ile formal sektörde örgütlü işçilerin sendika üyeliklerinin giderek eridiğini, bu anlamda sendikaların kan kaybettiğini tespit eder. SEWU’nun bu çalışmasının ardından, adı geçen Afrika ülkelerinde sendikalar yüzünü enformal, kayıtdışı çalışanlara yönelterek sokak satıcılarını, zanaatkarları, geçimlik çalışan tarım işçilerini örgütlemeye başlar.

Uluslararası Ev Eksenli Çalışan İşçiler Ağı: HomeNet
Ev eksenli çalışan örgüt temsilcilerinin bir araya gelerek oluşturdukları uluslararası bir örgüttür. Kısa adıyla HomeNet olarak ifade edilen bu örgüt, 1994 yılında kuruldu. HomeNet’in 38 ülkeden 70 üyesi bulunmaktadır. Türkiye’den Van, İstanbul, Muğla’dan ev eksenli çalışan kadın grupları ile Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Çalışma Grubu da bu örgüte üyedir.
HomeNet, üyeleri arasında bilgi, deneyim, birikim paylaşımını sağladığı gibi, kendisine bağlı kadın örgütlenmelerinin yerellerinde yürüttükleri çalışmalarına destek veriyor. Uluslararası kampanyalar örgütlüyor. Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO)’nun, Evde Çalışma Sözleşmesi’ni kabul etmesi, bu örgütün yürüttüğü kampanyalar sonucunda olmuştur.
Türkiye Ev Eksenli Çalışanlar ve Örgütlenme Sorunları
Türkiye’de ev eksenli çalışanlar halen sendikalara üye olamıyorlar. 1995’ten beri süren örgütlenme faaliyetleri, 1999’da Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Çalışma Grubu’nun kurulmasıyla hız kazanır. Bu alana ilişkin çalışmalar iki ana damarda yürütülüyor: İlki, ev eksenli çalışanların yerellerde kendi formel veya enformel örgütlerini kurmaları. İkincisi ise ev eksenli çalışanların ülke ölçeğinde ortak taleplerini dile getirmek ve birbirlerini desteklemek üzere bir dayanışma ağı oluşturmak.
Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Çalışma Grubu, ev eksenli çalışmanın ve ev eksenli çalışanların görünürlük kazanması, bu alanda bir ülke politikası oluşması için uyguladığı stratejilerin başında, yerel atölyeler düzenlenmesi geliyor. 2001 Mayısı’ndan bu yana, Van’dan Antalya’ya, Urfa’dan Samsun’a, İzmir’e, İstanbul’a, Ankara Sincan’a dek çeşitli yerlerde düzenlediği yerel atölyeler sonucunda çeşitli yerel ev eksenli çalışan grupları ortaya çıktı.
Yerellerdeki ilk tüzel örgüt, İstanbul Avcılar’da 2002 Haziranı’nda kurulan Avcılar Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Küçük Sanat Kooperatifi. Avcılarda kurulan kooperatifin medya aracılığıyla duyulması, yankı uyandırması sonrasında bir çok bölgede konu daha fazla ciddiye alınmaya başladı. Bu aynı zamanda, evde çalışan kadınların örgütlenmeye başlaması anlamına geliyordu.
Avcılar Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Küçük Sanat Kooperatifi, Türkiye’de bu alanda ilk olma özelliği taşıyan bir kooperatiftir ve yenilerinin açılmasına da öncülük eder. Kooperatif üyeleri kurulma aşamasında zorluklar çektiklerini, Türkiye’de kendilerine örnek oluşturacak bir yapı olmaması nedeniyle sıkıntılar yaşadıklarını belirtiyorlar. Kooperatifin gelecekle ilgili hedeflerini Kooperatif’in Yönetim Kurulu Başkanı şöyle açıklıyor: “Kooperatifler birliğini oluşturmak en büyük hedefimiz… İlerisi için de büyük hedeflerimiz var tabii ki: bizim sendikalı olabilmemiz gibi, kendi sendikamızı kurmamız gibi. Gelecek için; bireysel yatırılan sigorta primlerinin aşağıya çekilmesi, büyük firmalarla işbirliği yaptığımız zaman ordan asgari ücret alma, iş ücretlerini artırma gibi çok çok büyük projelerimiz var.”
Avcılar Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Kooperatifi, bu sömürü mekanizmasının önemli bir halkası olan aracıları (taşeronlar) ortadan kaldırmayı başarmış.
Kuştepe Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Kooperatifi: Avcılar Kooperatifi modelinden hareketle kurulan Kuştepe Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Kooperatifi, aslında bir mezuniyet tezinin pratiğe dönüşmüş hali olarak başlamış. “Kadınlar, Kuştepe’de nasıl üretici olabilir?” sorusuna cevap arayan Bilgi Üniversitesi’nden dört öğrencinin çabalarıyla kurulan kooperatifin toplam 8 üyesi bulunmaktadır. Kuştepeli kadınlar, Avcılar’daki hemcinsleri gibi türlü zorlukları aşarak değil, sadece bir imza atarak kooperatif sahibi olmuşlar. Kurucu üyeler, kooperatife kira ödemediklerini, kuruluş aşamasında da hiçbir masraf yapmadıklarını belirtmişlerdir. Kuştepe kooperatifi Şişli Belediyesi’nden destek almaktadır.
Bunun dışında tüzel kişilik edinmemiş ama düzenli ve başarılı çalışmalar yürüten gruplar da bulunmakta. Bunların en önemli örneklerinden biri, Muğla Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Pazar Grubu. 2002 yılında bir araya gelen kadınların oluşturduğu Pazar Grubu, o günden bu yana birlikte iş yapma deneyimi biriktiriyor. Deneyim birikiminde belirli bir aşamaya gelmeden tüzel kişilik kazanmayı tercih etmiyorlar.
2005 yılında kurulan Ödemiş Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Küçük Sanat Kooperatifi, bu alanda örgütlü tüzel kişilik kazanmış örgütlenmelerden bir başkasıdır. Faaliyetleri dokuma, iğne oyası ve benzeri el işleridir. 2007 yılında kurulan Kozadan İpeğe Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Kooperatifi ise bakliyat torbaları, bez çanta dikimi, şarap şişesi aksesuarları, takı, giysi gibi üretimler yapmaktadır.
Bunların yanısıra Aydın, Sivas ve 20 ayrı il ve ilçeyi kapsayan yerelde çeşitli ev eksenli çalışan kadın grupları veya gruplaşmaları vardır.
Bu alanda çalışmalar yürüten kadın kooperatifleri 2000 yılından beri yerel düzeyde kadınların kendileri için kalıcı hizmetler yaratabilmeleri, önceliklerini ve ihtiyaçlarını gündeme getirebilmeleri, kadınları güçlendirmeye yönelik politikaların ve kaynak aktarımlarının sağlanabilmesi için çok önemli bir hareket başlattılar. Süreç içinde kadın kooperatifleri konusunda deneyimler ortaya çıkmaya başladı ve kooperatifler arasında bilgi ve deneyim paylaşımı sağlandı. Buradan yola çıkarak, 2008 yılında kadın kooperatifleri bir araya geldi ve Kadın Kooperatifleri İletişim Ağı’nı oluşturdular. Halen faaliyetlerini bu eksen üzerinden yürütüyorlar.
Türkiye HomeNet Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Dayanışma Ağı: 1994’ten beri faaliyetlerini sürdüren Ağ, 2004 yılında 1. Ülke Konferansını gerçekleştirmiştir. Girişim ve gelişme düzeyindeki örgütlenme, 2008’de Türkiye HomeNet ev eksenli Çalışan Kadınlar Dayanışma Ağı’nın kurulmasıyla önemli bir aşamaya gelmiştir. 2008’in sonunda ise bu örgütlenme süreci sendika girişimine dönüştürülmüştür.
Ağın kurucusu kadınlar kamuoyuna dönük yaptıkları açıklamalarında, sadece ev eksenli çalışmada değil, her tür esnek, kayıtdışı, güvencesiz çalışmada kadınların çoğunluğu oluşturduğunu belirtiyorlar. Kadın iş gücünün ucuz ve emeğinin karşılıksız oluşu nedeniyle işverenler tarafından özellikle tercih edildiğine ve yaygın olarak kullanıldığına dikkat çekiyorlar. Bu nedenle, ev eksenli çalışanların çıkarlarının, bir bütün olarak bu çalışma tarzını bir zorunluluk haline getiren sistem karşısında ortak olduğunu söyleyerek, tüm güvencesiz çalışanlara ve kadınlara güç birliği çağrısı yapıyorlar.
Yayınladıkları sonuç bildirgelerinde;
“Bizler işçiyiz. Ama çalışması görünmeyen, emeği yok sayılan, işçi olduğu tanınmayan işçileriz. Çalıştığımız bile kabul görmeyince, işçiliğimizden doğan haklarımız da tanınmaz. Sosyal güvencemiz yok, sosyal güvenliğimiz yok. Güvenceli çalışan işçilerden tek farkımız, işverenin işyerinde çalışmıyor oluşumuz. Yoksa bizler de tıpkı diğer işçiler gibi, geçimimizi sağlamak üzere çalışıyoruz” diyorlar.
Ev eksenli çalışanlar, yasal işçilik statüsünün ve iş yasalarının gereklerinin kendilerine de uygulanmasını istiyorlar ancak sesleri henüz bir karşılık bulabilmiş değil. Bu alana yönelik 10 yıldan fazla bir süredir örgütlenme faaliyetleri yürüten bu örgütler, sendikaların, kanun yapıcıların gündemine girebilmek için çeşitli etkinlikler, toplantılar, kurultaylar yaptılar/yapıyorlar.
Yerel bağlamda atölye çalışmaları, ulusal düzlemde ‘Ulusal Kongre’, ‘Kamu Politika İzleme Toplantı’ları dahil çeşitli etkinliklerle sorunun görünürlüğünü ve hukuki taleplerini kamuoyu ile paylaşıyorlar. Bu çalışmalar, şimdilik kendi öz güçlerine dayanarak ilerlemelerine ve görünürlük sağlamalarına hizmet ediyor. Tabi bundan sonrası açısından da, dünya deneyimleri ışığında yaptıkları ve programlarına aldıkları mücadele kararları geleceklerini belirleyecek.

Categories: Sosyalist Kadın 7 | Yorum bırakın

Marksizm ve Sosyalizm İnşaasında Kadın Özgürleşmesi Deneyimi

Kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisi, insan yaşamına özel mülkiyetin girişiyle başladı. Kadın bu süreçte bütün toplumsal fonksiyonlarından soyunduruldu, diğer her şey gibi erkeğin mülkünden sayıldı, ondan doğacak çocukların anası, evin ve bu çocukların bakıcısı olarak konumlandırıldı. Bu bağlamda kadın cinsi, insanlığın tanıdığı ilk köle oldu. Köleci, feodal ve kapitalist toplumlarda biçimleri değişse de özü itibarıyla kadının erkek karşısında bu konumu korundu.
Yirminci yüzyıla damgasını basan Ekim Devrimi yalnızca proletarya ve diğer ezilenler için değil, kadın cinsin kurtuluşu için de tarihin tanıdığı ilk ve en kapsamlı toplumsal, ekonomik ve siyasal bir devrimdi.
Ekim sosyalist devrimi, köleliğinin kökeni olan özel mülkiyet sistemini yıkmaya giriştiği için kadın cinsin büyük toplumsal kurtuluşunu da başlattı. Devrimin önderi Bolşevik hükümetin ilk kararnamelerinden biri, kadın cinsi asırların köleliğinden ve onu yasal düzlemde erkekle arasındaki bütün eşitsizliklerden kurtarma kararıydı. Kadın cinsin tam olarak toplumsal üretimin içine çekilmesi yanında mutfağın kölesi, çocuk ve kocanın bakıcısı olmaktan çıkaracak olan seferberlik başlatıldı. Kadın için ekonomik bağımsızlığın yolu sosyalist ekonominin inşası içinde köklü olarak açılırken devlet yönetimine en gerideki köylü kadının çekilmesi de olanaklı hale geldi.
Toplumsal ve hukuksal alanda kadını ikincil ve erkeğe bağımlı kılan, ezilmesine araç olan her şeye karşı savaş açıldı, boşanma kararnamesiyle kadın cinsin aşağılanmasına, meşru ve gayrı meşru çocuk ayrımına son verildi. Kadın cinsin eğitimi için seferberlik başlatıldı, kadın ve çocuğun korunması sosyalist devletin sorumluluk alanına sokuldu. Pek çok kitap, belge ve istatistik, insan soyunun yarısı olan kadın cinsin Ekim Devrimi’yle yaşadığı mutluluğa, elde ettiği kazanımlara, insanlığın özgürlük yürüyüşünde üstesinden geldiği zorluklara ve başarılarına tanıktır. Bugün emperyalist kapitalist sistem karşısında ağır bir yenilgi alarak insanlığın barbarlığa sürüklenmesinin önünün açıldığı ne kadar gerçekse, Sovyet devriminin ve Sovyet kadınının insanlığa armağan ettiği zaferler de o kadar gerçektir.
Kuşkusuz bu yine de yarım kalmış bir zaferdir. Kadın cinsin sosyalizme ilk yürüyüşünün nerede, nasıl ve hangi etkenlerle kesintiye uğradığını, zaferin yarım kalmasının özgün nedenlerini ve bunların sosyalizmin yenilgisinin genel bilançosu içindeki yerinin ne olduğu açığa çıkarılmış değildir. Böyle bir bilanço çıkarma çalışmasının iki ana ekseni üzerinde durabiliriz. Birincisi, marksist teorinin kadın sorununu, daha doğrusu kadın özgürleşmesini ele alışıyla ilgilenmeliyiz. İkincisi, ilk sosyalist kuruluş deneyinin kendi sorunlarını incelemeliyiz.
Bu yazıda asıl amacımız deneyimleri mercek altına yatırmak. O nedenle, –daha sonra gereğince ele almak gerek– Marks’tan başlayarak kadın sorununda teorik ve tarihsel yaklaşımlara sadece özet bir değinmede bulunmakla yetineceğiz.

Marksist Teoride/ Yazında Kadın Özgürleşmesi
Bilimsel sosyalizmin kurucusu Marks, ekonomi, siyaset ve felsefe yazılarında başlı başına kadın sorununu incelememiş, ancak, Clara Zetkin’in dediği gibi, elimize materyalist tarih anlayışı ve diyalektik yöntemi vererek kadın ve aile sorununun diğer bütün toplumsal olgular gibi tarihsel bir perspektiften incelenmesi olanağını sunmuştur. Kadının, aile ve toplumdaki yerinin değişmez olmadığını, bir öncesi olduğu gibi sonrasının da olacağını; sınıflı toplumların değişmez ahlaki yasalar ve tanrısal buyruklarla yaratılmadığının açığa çıkarılmasını sağlamıştır.
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da, işçi sınıfının proleter devrimi programını açıklarken şöyle derler: “Burjuva için karısı üretim aracıdır. Bu nedenle o, ortaklaşa mülkiyet deyince kadınların da ortaklaşmasını anlar. Oysa bugün burjuva evlilik kadınların ortaklaşa kullanılışıdır zaten. Biz olsa olsa kadınların ortaklaşa kullanılmasını açığa çıkarmış olmakla ve açık gizli fuhuşun ortadan kaldırılmasını hedeflemiş olmakla suçlanabiliriz.”
Kapital’de ise, emek piyasasına çıkmadığı için kadının ev içindeki emeğinin, kapitalist için değersiz olduğunu açıklamıştır. “Emekçi kendine aittir, ve zorunlu yaşamsal işlevlerini üretim sürecinin dışında gerçekleştirir’, ‘emekçinin kendini yeniden üretmesi için onun öz savunma ve türünü sürdürme güdülerine güvenebilir. ‘Sermaye ev içi alanıyla ilgilenmez.’”

Ev İçi Emek Üretken mi Değil mi?
“Ev emeği değer yaratır mı, yaratmaz mı?” Marks’ın bu çözümlemesi, evde tüketildiği halde kadının görünmeyen emeği üzerine sonradan ciddi tartışmalara yol açmıştır. Pek çok tartışmacının dile getirdiği gibi, sermaye ev içi emekle ilgilenmese bile somut toplumsal formasyonlar düzeyinde ev içi alanının örgütlenme biçimi ve oradaki toplumsal ilişkiler, söz konusu biçimlerin yeniden üretiminde önemli bir rol oynuyor olabilirdi. Nitekim Rosa Luxemburg, 1912 yılında kadınlara oy hakkı için yazdığı makalede, burjuva kadına karşılık proleter kadının üretken pozisyonda olduğunu vurguladıktan sonra, onun ev içi emeğinin ise kapitalist sistem içinde karşılıksız kaldığını, oysa bu sorunu gündemleştirmek ve mücadelesini yürütmek görevini proleter kadın hareketine havale etmektedir:
“Bugünkü kapitalist ekonominin anladığı anlamda, bu türden bir çalışma üretken değildir; onca fedakârlık ve enerjiyle, binlerce küçük çabanın biraraya gelmesiyle yürütülen bu çalışma, ne müthiş bir başarı olsa bile. Bunlar, proleterin sadece özel sorunudur, onun şansı ve kaderidir ve bu nedenle bugünkü toplumumuz için bunlar boş laftır. Kapitalizm ve ücret sistemi egemen olduğu sürece, yalnızca, artık değer üreten, kapitalist kâr sağlayan çalışma türü, üretken sayılacaktır. Bu açıdan bakıldığında, bacaklarını oynatarak patronunun ceplerini parayla dolduran bir müzikol dansözü üretken bir işçi sayılırken, dört duvar içinde kalan proletaryanın kadınlarının tüm çabası, üretken olmayan iş sayılacaktır. Bu, gaddarca ve akıl dışı bir şey, ama bu durum, bugünkü kapitalist ekonominin gaddarlığını ve akıldışılığını tam olarak göstermektedir. Ve bu acımasız gerçeği açık ve kesin olarak görmek, proleter kadının ilk görevidir.”
Rosa’nın sözleri kadının evde, aile bireylerinin yaşamının yeniden üretilmesi için harcadığı emeği görmek ve onu siyasallaştırmak için bir ilk adım. Ancak arkası getirilememiş, adeta bir vasiyet gibi karşılıksız kalmıştır. Çünkü ne kendisi ne sonrakiler konu bu bağlamda ele alıp derinliğine işlemiş, proleter kadının bu emeğinin karşılıksız kalmasını önleyecek bir mücadele planını çıkarmamıştır. Aksine, çok sonra, ikinci dalga feminist hareketin ataerki sorgulamasıyla açığa çıkarılacak, ancak ondan sonra politize edilebilecekti.
Başa dönerek Engels’in kadın sorunuyla ilişkisine bakmaya devam edelim. Engels bir bakıma Marks’ın ele alamadığı sorunu, o güne kadar ortaya çıkmış bilgi ve verilere dayanarak çözümlemiştir. “Özel Mülkiyetin, Ailenin ve Devletin Kökeni” adlı eseriyle Engels, kadın sorunun kökenini, evrimini ve kadın özgürleşmesinin teorik temellerini açıklığa kavuşturmuştur. (Engels, bu kitabı hazırlarken kullandığı notların esasen Marks tarafından Morgan’ın Eski Toplum adlı kitabından çıkarıldığını ifade etmektedir.) Önsözde kandaş aileden başlayarak insanlığın geçirdiği evrimi şöyle yorumlar: “Maddeci anlayışa göre, tarihteki egemen faktör, son tahlilde, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ama bu üretim ikili bir tabiata sahiptir. Bir yandan yaşam araçlarının beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan şeylerle bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi.
Belli bir tarihsel dönem ve belli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar bu iki türlü üretim tarafından, bir yanda çalışmanın (üretimin), öbür yandan da ailenin erişmiş olduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir. “Emek üretkenliği arttıkça ve beraberinde özel mülkiyet ve değişim, servetler arasında eşitsizlik, başkasının gücünden yararlanabilme olanağı, dolayısıyla sınıflar arasındaki karşıtlıkların temeli”nin de geliştiğini vurgulayan Engels sözü şöyle bağlar: “Kan ilişkileri üzerine kurulu eski toplum, yeni yeni gelişmiş toplumsal sınıfların çatışması sonucu değişir. Yerini, artık dayanaklarını, belirli bir ülkede yaşayan toplulukların teşkil ettiği devlet içinde örgütlenen aile rejiminin tamamen mülkiyet rejimi tarafından belirlendiği günümüze kadar gelen yazılı tarihin bütün özünü biçimlendiren sınıflar çatışması ve sınıflar mücadelesinin bundan böyle içinde serbestçe geliştiği yeni bir topluma bırakır.”
Pek dikkate alınmayan, hatta kitabı Türkçe’ye çeviren Kenan Somer’in eleştirisinin etkisi altında kalan yorumların aksine bu analiz çok önemlidir. Çünkü kadının soyun üretiminde ve emeğin yeniden üretiminde aldığı rolün, toplumsal sınıfların ortaya çıkışıyla onun ezilmesine nasıl olanak sağladığını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Kadının sorumlu olduğu komünal ev ekonomisi bu yeni gelişmeyle/ devreye giren iktisadi etkenle yıkılmış, insanlık, özel mülk egemenliği yanında erkek egemenliği ile de tanışıp babalık hukukuna teslim olmuştur. Bu teslim oluş, ilk sınıf çatışmasıyla zamandaştır: “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki çelişmenin karı- koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da, dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana rastlar.” (s. 96)
İşte bu tek eşli aile “kadının açık ya da gizli ev köleliği üzerine kurulmuştur” ve modern denen kapitalist toplum, “tek eşli ailelerden –moleküller gibi– meydana gelen bir kütledir”. Orada “erkek burjuvazidir, kadın ise proletaryayı temsil eder.” Engels, “bu tarihsel ilerleme”nin insanlığın kadın erkek arasındaki eşit ilişkilerden erkek egemenliğine geçişini, kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisi sayar, yenilginin somutlaştığı tek eşli evliliğin, bir babanın çocuklarını doğurması için kadının cinsel köleleşmesi olduğunu açıklar. Ancak Engels, “tarihsel ilerleme” saydığı tek eşli evliliğe geçişin kadın cinsin eseri olması gerektiğini de öne sürmektedir:
“Bu ilerleme kaynağını erkeklerden alamazdı; çünkü erkeklerin, günümüze kadar grup halinde evlenmenin tatlılıklarından vazgeçmek, hiçbir zaman akıllarına gelmemiştir. Ancak kadınların iki başlı evliliğe geçişe meydan vermelerinden sonradır ki erkekler sıkı bir monogamiye girebildiler- ama gerçekte bu monogami sadece kadınlar içindir.” (s.77) Niye? Çünkü; “Ekonomik yaşam koşullarının eski komünizmi yıkarak geliştiği ve nüfus yoğunluğunun da arttığı ölçüde, geleneksel cinsel ilişkiler ilkel saflıklarını yitiriyor ve iffet hakkını bir tek adamla geçici ya da sürekli evlenme hakkını bir kurtuluş gibi görmeye başlayan kadınlara, gitgide alçaltıcı ve ezici olarak görünüyordu.” Engels böyle gerekçelendiriyor kadının tek eşliliğe razı olmasını. Tek eşli evliliğin ikizi, erkekler için serbest fuhuşun ortaya çıkmış olması da cinsel köleliğin kadın için olduğunu bir kanıtı olmaktadır.
Engels, babalık hukukunun doğuşunun kadına göre yürüyen eski miras düzeninin değişmesini gerektirdiğini ve bunun hiç de zor olmadığını da söylemektedir: “Sadece gelecekte erkek üyelerin çocuklarının gens içinde kalacaklarını, kadın üyelerin çocuklarının buradan çıkarılarak babalarının gens’ine geçeceklerini kararlaştırmak, bu iş için yeterliydi.” (s. 83)
Gerçekten de tek eşli evlilikte tek kadınla yaşamak gibi bir kısıtlamayı yaşamamıştır. Tek eşli evlilik kadının cinsel kapatılması ve cinsel baskı altına alınması olarak yaşanmıştır ki, halen de büyük oranda bu böyledir.
Ancak tek eşli evliliğe geçişin doğası gereği kolay olamayacağını söylemek gerekiyor. Sonradan yapılan çalışmalar da işin böyle olmadığını açığa çıkarmaktadır. Örneğin, Bebel, Bachofen’e dayanarak geçişin Engels’in öngördüğü gibi barışçıl olmasının olanaksızlığını vurgulamaktadır: “O tarihte Asya ve Şark’ta ortaya çıkmış olan ve Güney Amerika ve Çin’de de kendini gösteren Amazon hükümdarlıklarının efsanelerinde, kadınların yeni düzene karşı gösterdikleri direnç ve mücadelenin kanıtlarını görüyoruz.” (Kadın ve Sosyalizm, s. 64)
Kollontay aynı gerçeğe işaret etmektedir: “Eski halk masalları, matriarşi ile patriarşi arasında yüzyıllar süren mücadelenin ürünüdür.”
Bebel’in yazdıklarının üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman geçti ve bu arada birçok araştırma yapıldı, antropoloji ve arkeoloji bilimlerinin elde ettiği veriler ortaya çıktı, kadının cinsel kapatılışına, tek eşli evliliğe barışçıl geçiş olmadığını yeterince kanıtladılar.

Kadının Özgürleşmesi
Engels, Morgan’ın Eski Toplum’u ve Bacofen’in ortaya çıkardığı yeni verileri kullanarak, onların çözümlemelerini diyalektik materyalist yöntemle irdeleyerek ve yeni verilerle test ederek kadın cinsin köleleşmesinin ve özgürleşmesinin ekonomi politiğini kurmuş ve elimize kadın sorununu anlamak için tarihsel bir perspektif, teorik bir temel vermiş oluyor. Engels’e göre, kadının yeniden özgürleşmesi için “atılacak ilk adım bütün kadın cinsin yeniden toplumsal üretime dönüşü” olabilirdi. Gerçekten de kadın cinsin kitleler halinde toplumsallaşmış üretime döndüğü kapitalist sistem onun kurtuluş mücadelesinin başladığı yerdir.
Alman Sosyal Demokrat Parti’nin liderlerinden Bebel, Kadın ve Sosyalizm kitabıyla 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında kadının köleleşmesi ve kapitalist sistemdeki somut durumunu, tarihsel evrimini ve sosyalizmin kadın kurtuluş projesini birlikte ele almış, bugüne kadar gelen programatik ve taktiksel görevleri açığa çıkarmıştır.
1. Enternasyonal’de kadın sorunu, pratik çalışmanın konusu haline gelmemiş gibidir. Bir fikir olarak, 1872 tarihli New York Kongresi’nde bir paragraf halinde programa girebilmiştir. Oysa 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerika’da işçi kadınların çok yaygın direnişlerine, Avrupa’da 1830-1848 devrimlerine katılımlarına rastlıyoruz. Dahası, 1871 Paris Komünü, kuruluşunda ve yıkılışında kadın proleterlerin kahramanlıklarıyla anılır. Aynı süreçte Avrupa’da, özellikle de Amerika’da güçlü ve yaygın feminist örgütlenme ve kadın hareketi başlamıştır. Fransız liberal burjuva kadın hareketi mensuplarının Paris Komünü sırasında kadın komünarların cesetlerinin çiğnenmesine katıldıkları, onlar hakkında hakaret edici demeçler verdikleri de bilinir.
Bu dönem işçi sınıfı hareketinin yanı başında kadın özel hareketinin görünmesinin nedeni öncelikle kadın proleterler değildi. O günün sosyalist hareketi olan 1. Enternasyonal’de Marksizmden başka anarko-sendikalist, ütopik sosyalist pek çok akım yer alıyordu. İlke olarak “toplumsal sorunun bir parçası” olan kadın sorunun çözümü, hiç kuşkusuz o yıllarda beklenen dünya devrimini ilgilendiriyordu. Kadın işçi ve emekçilerin kadın özel sorununu gündeme getirmeleri, esasen erkek işçilerle eşit ücret alma ve sendikalara üye olma mücadelesi kapsamında kalmıştır. Marksizmin alanına kadının ezilmişliğinin özel biçimleri, tarihsel ve toplumsal temellerinin doğru analizi girmiş ama bu erkek egemenliğine karşı özel bir mücadele konusu yapılmamıştır. Engels’in kitabı burjuvazinin aile ve cinsler arasında ilişkilerin belli boyutlarında güçlü ama esasen ideolojik bir mücadele başlangıcı oluşturmuştur.
20. yüzyılın başında Clara Zetkin, Engels ve Bebel’in bıraktığı yerden sorunu ele almıştır. Zetkin, kadın sorununu, kadının tarihsel ezilmişliğiyle bağlarını koparmasa bile kapitalizme özgü bir sorun olarak tanımlamıştır: “Kadın sorunu daha çok, modern işçi sorunu gibi, mekanik aletlerin, buhar gücünün, elektriğin kullanılmasıyla gerçekleşen sanayi devriminin, büyük üretimin çocuğudur.”
Clara Zetkin kadının kurtuluşunun tarihsel koşullarının da kapitalizmle ortaya çıktığını söylemektedir: “Kadının kurtuluşu düşüncesi, kurtarıcı Mesih olarak makine ortaya çıkmadan ve dişli çarkların tangırtısı gümbürtüsüyle kadının insan oluşunu, onun ekonomik bağımsızlığı öğretisini ilan etmeden ortaya çıkamazdı.” (Kadın Sorunu Üzerine, s. 12-13)
Bir başka yerde, “kadın sorunu modern sanayinin çocuğudur” diye başlamaktadır. “Daha çok” kaydını düşmesine karşın kadın sorununun varlığı ile onun açıkça tanımlar ve görünür hale gelişi, daha çok da cins olarak kurtuluş için mücadele olanağının ortaya çıkış koşulları karışmış, en azından birincisi bir ölçüde gölgede kalmış durumda. Kapalı ekonomide üretken ve saygın durumu ile kadın sorununun açığa çıkamayacağı üzerinde durması da Zetkin’in, önceki sınıflı toplamlarda kadının ezilmişliğine özel bir bakış yöneltmediğini düşündürtüyor. Kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisinden, yani bu ilk köleleştirilmesinden bu yana bütün sınıflı toplumlarda erkeğin basit bir aleti, hizmetçisi, çocuklarını doğuran makinesi olduğu yüzyılları hesaba katarsak kapitalizmin sınırlarına sığdırmanın sorunun tarihsel sınırlarını daraltmak olacağı ve bunun sayısız mahsuru olacağı da bir gerçek. Clara Zetkin’in dikkatini esasen kapitalist toplumda kadın sorununa yönelttiği de bir gerçek elbet. Kapitalist toplumda kadın cinsin ezilmişliği, mutfak ve çocuk-koca bakıcılığı içinde geri kalışının özel bir psikoloji oluşturduğunu vurgulayan Clara, kapitalist sistemin cins ayrımcılığını özel bir inceleme konusu yapmıyor. Onun yazılarında, sınıflı toplumların aynı zamanda cinsiyetçi toplumlar olduğu açıklamalarına ve erkek egemen sistem kavramsallaştırmalarına rastlamıyoruz. Oysa kapitalist sistemle eklemlenmiş erkek egemenliğinin düzeyi ve rolünü görmek, kadın özgürlük mücadelesi açısından çok önemli bir yere sahip.
Bu kaydı düştükten sonra, Zetkin’in, II. ve III. Enternasyonal’in kadın sorunu ve kadın mücadelesine dair bütün teorik ve pratik kuruluşunun gerçekleştirilmesinden güncel sorunlarının ele alınışına; yine sosyalist kadın örgütlenmesinin yapılandırılmasından özel bir çalışmanın yaratılmasına kadar birinci derecede rol oynadığını vurgulamalıyız. Clara Zetkin’in, kadın sorunları söz konusu olduğunda bütün bu zamanlar içinde teorisyen, propagandist, siyasal önder, pratik örgütleyici önder olduğu bir gerçektir. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin kadın örgütlenmesinin de başında olan Clara Zetkin, Eşitlik adlı kadın gazetesini, parti önderliği onu görevden alana kadar, 20 yıl kesintisizce yayımlamayı başarmıştır.
Burjuva kadın hareketinin kadın hakları için mücadele yürüttüğü 20. yüzyılın başında Clara Zetkin, proleter ve emekçi kadın hareketinin proletaryanın yükselen mücadelesinin bir parçası olarak gelişmesine özel önem verdi ve bu pratiğe önderlik etti. Bu dönemdeki kadın örgütlenmesinin ve mücadelesinin hedeflerinin daha çok, feminist hareketin emekçi kadın hareketinde yaratabileceği bölünmeye, onun “erkek düşmanlığı” çizgisine karşı durmak, erkek ve kadın işçi hareketinin, sorunun kaynağı olan kapitalist sisteme karşı ortak hareketinin önemi üzerinde durmak olarak belirlendiğini görmekteyiz. Ancak, bütün bu çözümlemelerin ve yürütülen mücadelenin evdeki patrona, cins çelişkisinin her günkü görünümlerine karşı mücadele ile özel bir birleşmeye geçmediği, bu alanda sorunlara özel bir ilgi yöneltilemediği görülebilir. Bu bakımdan dönemin proleter kadın hareketinin erkek egemen sisteme karşı mücadelesinin zayıflığını tespit etmeliyiz. Burada herhalde Clara Zetkin’den önce, Engels ve Bebel’in yaratımlarına rağmen geride duran Alman Partisi başta gelmek üzere Avrupa partilerinin ve 2. Enternasyonal’in sorumluluğunu aramalıyız.
3. Enternasyonal’de kadın sorununu çeşitli boyutlarıyla ele almaya önderlik eden Zetkin’in öncelik verdiği konu; kadınların devrim ve sosyalizm mücadelesine kazanılması ve iktidar alındığında da sosyalizmin inşasına seferber edilmesidir. Örneğin Komünist Kadın Enternasyonal’in kararlarında görevler genellikle böyle formüle edilmektedir. 3. Enternasyonal’e bağlı Komünist Kadınlar Konferansı’nda Clara Zetkin şöyle demektedir: “Kadın kitlelerini bilinçlice KP etrafında toplanmaları, politize olmuş kadın kitlelerinin proleter devrimin hizmetine sokulması… Kadınların katılımından vazgeçilmesi düşünülemez.” (3. Kongre’ye sunulan rapordan) Zetkin aynı sunumda komünist kadın hareketinin kazanımlarının partilerin engellerine karşın elde edildiğini de ekliyor: “Çoğu ülkelerde komünist kadın hareketinin kaydettiği ilerlemeler partilerin desteği olmaksızın. Ve evet, hatta şurada burada komünist partinin açık ya da gizli direnişine rağmen elde edilmiştir.”
Demek oluyor ki, özellikle 1. Dünya Savaşı’nda Avrupa Sosyal Demokrasi Partileri’nin perişan hali, militan sosyalist kadroları her konuda olduğu gibi kadın özgürleşmesi konusunda da uyarıcı olmuştur. 3. Enternesyonal’in kadın sorununda ortaya çıkan yeni ve ileri pratiği Ekim devrimi kadar bu eski deneylerin eleştirisinin izlerini de taşımaktadır.

Lenin ve Ekim Devrimi’nin Yolu
Ekim Sosyalist Devrimi’nin ve 3. Enternasyonal’in kurucu lideri Lenin, onca teorik üretimi içinde kadın özgürleşmesini başlıca bir konu olarak ele almamıştır. Ama kadın sorunu, onun önderlik ettiği Bolşevik Parti’nin programına 1903’teki 2. Kongre ile girmiştir. Kadın işçiler arasında devrimci çalışma ise partinin kitle çalışmasının önemli bir bileşenidir her zaman. Lenin esasen devrimden sonra her alanda kadın erkek eşitliğinin sağlanmasının, sosyalizmin inşası ve başarısı için kadın kitlelerinin harekete geçirilmesinin önemi üzerinde ısrarla durdu. Kadının evdeki köleliğine karşı savaşım başlatılmasının zorunluluğu üzerinde durdu. Lenin, bu dönemde kadın cinsin kurtuluşu ile sosyalizm projesinin başarısını eşitleyen çok önemli açılımlar yaptı: “Aşçı kadını devlet yöneticisi yapabilirsek eğer, ancak o zaman sosyalizmin başarısından söz edebiliriz” diyen Lenin’dir. (Kadınların Kurtuluşu, s. 88)
Lenin’in şu sözleri çok anlamlıdır: “Proletarya, kadınların tam özgürlüğünü gerçekleştiremediği sürece kendisi için de tam özgürlüğü kazanamaz.” Daha da anlamlı olan kadın özgürlüğünün gerçekleşmesi gereken alanın “ev” olduğunu açıklamasıdır: “Kadını kurtaran bütün kanunlara rağmen, kadın yine ev kölesi olmaya devam eder, çünkü önemsiz ev işi onu ezer, boğar, aptallaştırır alçaltır, onu mutfağa ve çocuğun odasına zincirler… Bu küçük ev bakıcılığına karşı geniş bir mücadele başladığında ya da daha doğrusu bu küçük ev bakıcılığının geniş ölçekli sosyalist ekonomiye aktarılmasıyla birlikte kadınların gerçek kurtuluşu gerçek komünizm başlayacaktır.” Peki, bu uğurda mücadeleye başarılı bir önderlik için parti nasıl bir konum almalıdır? Clara Zetkin’le söyleşisinde onun dile getirdiği ve bir yönerge sayılması gereken sözlerinin altını bir kez daha çizelim: “Partinin kitle çalışmasının yarısı kadın çalışması ve kadınlar da partinin eşit üyeleri olmalıdır.” Bugünkü haliyle Sosyalist Kadın Meclisleri açılımının anlamı ve önemi buradan anlaşılabilir.
Stalin’in Ekim Devrimi’nden sonra, planlı ekonomiye geçildiğinde sosyalizmin ekonomik kuruluşuna kadın cinsin katılışının önemi ve yöntemlerine dair yazıları, Sovyet örgütlenmesine kadın cinsin çekilmesine dair yazıları var. Kadın cinsin ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşama çekilmesinde elde edilen başarılarda olduğu gibi, yazının sonraki bölümlerinde eleştirel bir gözle ele alacağımız Jenotyel’in dağıtılması, 1936 aile ve kürtaj yasaları, 1944 Annelik Kararnamesi onun döneminin karar ve uygulamalarıdır. Anneliğin yurtseverlik görevi olarak tasarlanıp propaganda edilmesinden başlayan ve “gelecek komünist kuşakların yetiştirilmesini” onlara görev olarak verilmesine kadar kadınların çocuk ve aileye bağımlılığını getiren uygulamaların sorumluluğunda birinci derecede onun adı ve imzası vardır.
Nadejda Krupskaya, öncelikle Bolşevik Parti’nin kurucu kadrosu içindeki bir kadın olarak, kadın sorununda da çalışmalara damga vurmuştur. Onun öğretmeni olduğu gece okulları işçi kadınların eğitimlerini de sağlamıştır. 2 ve 3. Enternasyonal kongrelerinde yer alan Krupskaya işçi kadınların sorunlarını ele almıştır. Yine sosyalizmin kuruluş sürecinde kadının özgürlüğü bakımından devrimci atılımlarda olduğu kadar sorunlu karar ve kararnamelerin altında onun imzasının da olduğu bir gerçek. İleride bunun bazı örneklerine değineceğiz.
Kollontay, devrimden önce de kadın işçilerin örgütlenmesi için aktif bir çalışma yürüttü, Rusya’da işçi ve yoksul kadınların toplumsal ve ekonomik durumlarını ele aldığı kitaplar yazdı. Ekim devriminden sonra, eski düzen evlilik ve aşk konularında toplum alt üst olurken, bu iki ilişkide özgürlük arayışı özellikle gençliği sarmışken soruna teorik çözümleme çabasıyla yaklaşan bir önder olmuştur. Onun bütün o kargaşa yıllarında aşka ve evliliğe, işçi ahlakına ilişkin yazdıkları bugün bile son derece ufuk açıcıdır. Ailenin ne olacağının tartışıldığı ve eski ilişkilerin hızla çözüldüğü o devrimci ortamda, tarihsel bir kategori olarak ailenin, kendisini yaratan özel mülkiyetin tasfiyesiyle ortadan kalkacağını söylemiş, gelecek insan topluluklarını da şöyle tanımlamıştır: “Kanbağı yerine ortak çalışmaları, ortak ilgileri ve yükümlülükleri ile dayanışmacı bir şekilde birlik olan insanlar birlikte yaşayacak ve birbirini eğitecektir…” (Kollontay: s.306)
Ne var ki, devrimin ilk yıllarının kargaşası içinde devrim partisi ve hükümeti, boşanma özgürlüğü kadınların aleyhine işlediğinde, aile yasalarında değişikliğe gittiği gibi Kollontay’ın fikirlerine de tavır alır. Dahası, onun özgürlükçü yaklaşımları, hayatındaki özgür seçimleri tutucu eğilimlerin hedef tahtasına oturacaktır. İşçi muhalefetinde önderlik pozisyonunda yer aldıktan sonra da etkin yönetici görevlerinden alınmıştır. Bu arada Merkez Komitesi’ne bağlı Jenotyel başkanlığından da bu nedenlerle alındığı düşünülebilir. Ömrünün sonrasını yurtdışında elçilik görevlerinde ve anlaşılan sessizlik içinde geçirmek zorunda kalır. Onun yaşamının sonraki bölümlerini çok iyi bilmiyoruz; otobiyografisinde de çok iz bulamıyoruz ama 1949’da jenotyel örgütlenmesinin 30. yıldönümünde konuştuğunu, Belgeler’de yer alan yazısında “SSCB’de kadının kurtuluşunun gerçekleştiği”nden söz ettiğini öğreniyoruz. Tabii bu ağır yanılgının nedenlerini bugün bile anlamamız çok mümkün görünmüyor.

3. Enternasyonal
3. Enternasyonal’de kadın kurtuluş mücadelesi öncekilere göre çok daha sistematik olarak ele alınmış ve örgütlenmiştir. Enternasyonal’in Merkez Yürütme Kurulu’na bağlı olarak Kadın Seksiyonu vardır. Burada Enternasyonal’in seksiyonları olan ülke Komünist Partilerinin merkezden başlayarak kadın seksiyonları, komisyon örgütlenmeleri için teorik ve pratik çalışmalar yürütülür. Bu çalışmalar, hata ve zaafları yanında, birçok alanda kazanımlarıyla birlikte kadınlar arasında önemli ve zamanının en kapsamlı komünist çalışma deneyimleri dönemidir.
Clara Zetkin’in bir önceki dönemde sözünü pek etmeği erkek egemenliği, bu dönemde bizzat Komünist Enternasyonal’e bağlı olarak örgütlenen komünist partilerin kadın kollarının çalışmalarında karşısına çıkmaktadır: “Çoğu ülkelerin de komünist kadınlar hareketinin kaydettiği ilerlemeler komünist partisinin desteği olmaksızın ve evet, hatta şurada burada komünist partisinin açık ya da gizli direnişine rağmen elde edilmiştir. Henüz şu gerçek yeterince kavranamamıştır: Kadınlar devrimci mücadelelere bilinçle, hedef şaşmaz biçimde, emin adımlarla, fedakârca katılmadıkları sürece ne proletarya iç savaşta egemenliği kazanabilir, ne de kendi diktatörlüğünü kurduktan sonra komünist toplumun inşasına başlayabilir.” (Kadın Sorunu Üzerine, s.83)
Bu temel yaklaşımı hatırlatan Zetkin, Enternasyonal Başkanı’nın bu noktada gösterdiği ilgiyi de anıyor: “Yürütme Kurulu Başkanı yoldaş Zinovyev, kadınlar arasında çalışmanın, tüm komünist çalışmanın yarısı anlamına geldiği konusunda tam bir anlayış göstermiştir.” Ama bir tek başkanın olumlu yaklaşımı partilerin genel tutumunun değişmesine yetmiyor. Zetkin, özel kadın örgütlenmesinin Enternasyonal’in tüm seksiyonlarında kabul görmediğini vurguluyor: “Bu araca her partinin sahip olması gerekmektedir. … Bu kararı uygulayanlar salt bazı partilerdir, çünkü bu karar yalnızca bizim konferansımızda alınmış, Uluslararası Kongre tarafından kabul edilmemiştir.” (age., s.103) Yani başkanın olumlu yaklaşımına rağmen Enternasyonal Kongresi kadınların kararlarını onaylamayabiliyor!
Clara Zetkin 1922’de gerçekleşen Enternasyonal’in 4. Dünya Kongresi’nde, partilerin kadın çalışmasında ikili görevlerinden şöyle söz etmektedir: “Komünist kadın hareketi; kadınlar arasında ikili amaç doğrultusunda (yapılan) planlı komünist çalışmadır. Birincisi, komünist kadınların Komünist Enternasyonal’in tek tek ulusal örgütlerine ideolojik ve örgütsel bakımdan sıkı bir şekilde çekmek ve orada faaliyete geçirmek, bu seksiyonların tüm yaşantısının ve dokusunun bilinçli bir şekilde taşıyıcıları yapmak; ikincisi, komünist olmayan kadınları bu seksiyonlara kazanmak, onları proletaryanın eylemlerine ve mücadelelerine çalışan kadın yığınları böylesi mücadeleler için seferber edilmeli ve yetkin hale getirilmelidir.
… Parti içinde kadınların geliştirilmesi ve teşviki için onları erkek üyeler düzeyine getirebilmek için hem teorik hem pratik olarak özel eğitime gereksinim olduğu…” (age., s. 142-145)
Bu iki pasajda kadınların enternasyonal partilerine çekilmesi ve parti çalışmalarının bilinçli taşıyıcıları olmaları için yapılması gerekenlere çok değerli vurgular yapılıyor. Ama sorun şu: Kadın özel sorunu, erkek egemenliği ve buna karşı özel mücadele, görevler arasında sayılmıyor. Niye? Ya da bu üçüncü görev hem komünist kadınlar, hem de işçi kadınlar arasındaki çalışmada ele alınmazsa sonuç ne olur? Soruna böyle yaklaşmamanın yaşanmış deneylerde açığa çıkan sonuçları ne olmuştur? Bugün artık bu soruların yanıtını çok açık olarak verebilmeliyiz.
İki bakımdan da soruna bu üçüncü görevi yedirerek bakamamanın ağır faturası ortadadır. Birincisi; partilerin içinde erkek egemenliğinin yenilgiye uğratılmasında fazla mesafe alınamamış, kadın-erkek özel yaşamları, komünistlerin ev içi egemenlik ilişkileri sorgulanamamıştır. Rusya’da rakamların ortaya koyduğu gibi, parti içinde kadınların yukarı kademelerde, özellikle Merkez Komitelerinde ciddi bir varlık olamamaları gibi bir sonuçla karşılaşılmıştır. Yalnızca komünistler değil, gözünü sosyalizmin başarılarına dikmiş, bu ilk sosyalizm kuruluşunun çevresinde büyük bir sempati halkası oluşturmuş devrimci-demokratik dünyanın hayal kırıklığında bunların çok ciddi bir payı olduğunu, bugün kim inkâr edebilir?

Sovyetler’de Kadın Özgürleşmesi
Yaşanmış bir deneyim olarak Sovyetler Birliği’ni ele almadan önce Lenin’in iki özlü belirlemesini yeniden aktarmak istiyoruz. Birincisi: “Sovyet iktidarı, demokrasiyi en ileri ülkelerden bile daha büyük ölçüde gerçekleştirmiştir, çünkü kanunlarında kadınların eşitsizliğinden hiçbir iz bırakmamıştır… Tek başına kanunlar tabii ki yetmez ve salt kanunlar bizi memnun etmez.” (Kadınların Kurtuluşu, s. 78)
İkincisi: “Sosyalizmi kurmak için şimdi temeli temizleme hazırlıkları yapıyoruz, ama sosyalizmin kurulması ancak kadınların tam eşitliğini başardığımızda ve önemsiz, aptallaştırıcı, üretici olmayan işten kurtulmuş olan kadınlarla, bu yeni çalışmayı birlikte yüklendiğimizde başlayacaktır. Bu, uzun yıllarımızı alacak bir iştir.” (age, s.79)
Sorunu tartışırken bu iki önermeyi özellikle göz önünde tutmalıyız.
İlk sosyalist inşanın gerçekleştiği Sovyetler Birliği’nde, kadın sorunun çözümü doğrultusunda gerçekleşenler, gerçekleşemeyenler, yanlışlar-doğrular, nedenleri; ileri atılımlar, sendelemeler, geriye dönüşler pek çok olgu var bu deneyde. Ekim devriminden hemen sonra Bolşevik hükümet kadın sorununda çözüm için yasa bazında çok önemli değişikliklere gidişi başlattı. Değişimleri kronolojik olarak sıralayalım:
1. 29 Ekim 1917; sekiz saatlik işgünü kabul edildi ve kadınlara gece çalışma yasağı getirildi.
2. 28 Kasım 1917; yüz otuz küsur kadar milliyet ve etnik gruba mensup cinslerin tam hak eşitliği ilan edildi: “Kadına tüm insan hakları tanınarak insan konumuna uygun sorumluluklarını yüklemeye, mutfaktan ve çocuk odasından dışarı, tarihin yeni çağına çıkartma…”
3. 18 Aralık 1917; evlilik yasaları değiştirildi, erkeği üstün gören tüm yasalar değiştirildi, evlilikte kadın erkek eşitliği sağlandı. Boşanma kolaylığı, meşru-gayrı meşru çocuk ayrımı kaldırıldı. Kilisenin evlilik kurumu üzerindeki etkisine karşı mücadele amacıyla yalnızca “medeni evlilik” geçerli sayıldı.
4. 17 Ekim 1918; Evlilik, Aile ve Vesayet Yasası (SED ve KK s. 299) çıktı. (Yasa 1 Ocak 1927’ye kadar yürürlükte kaldı.)
5. 1921 yılında çıkarılan kararnameyle, evlilikte özgür soyadı seçimi hakkı tanındı.
6. 18 Ekim1920 kürtaj yasağı kaldırıldı, devlet kontrolünde yapılması kararlaştırıldı. Lenin, henüz Avrupa’dayken, kürtajı; “toplumsal bir kötülük” sayar, kürtaj yanlılarını da “yeni maltusçuluğun” ve “kuşbeyinli ve bencil filisten çiftlerin çocuk düşmanlığı” olarak değerlendirir. Devrimden sonra Sovyet devleti, dünyada ve Rusya’da giderek yaygınlaşan “toplumsal kötülük” sayılan illegal kürtaja karşı, onu serbest bırakarak mücadele kararı vermek zorunda kalmıştır: “Bütün ülkelerde yasama, bu kötülüğe karşı hem kürtaj yapma suçlusu kadını, hem operasyonu yapan doktoru cezalandırarak mücadele ediyor. Bu mücadele yöntemi etkisizdir. Kürtaj zorunlu olarak gizlice yapılmakta ve kadın pek çok durumda, cahil kişilerin kurbanı olmaktaydı… İşçi köylü iktidarı, bu olayın sosyalizmin inşasıyla giderek ortadan kalkacağını öngörmektedir.” (aktaran, H. Y., Kadın Sorunu Üzerine Yazılar, s. 251)
Demek ki, yasaklamanın “bu kötülüğü” ortadan kaldırmada o güne kadar çok etkisiz olduğu görülmüştür. Aydınlatma kampanyası, devlet kontrolünde, sağlıklı ortamlarda kürtaj, anne ve çocuğun devletçe korunması, meşru ve gayrı meşru çocuk ayrımının ortadan kaldırılması gibi önlemlerle, “sosyalizmin inşasıyla giderek ortadan kalkacağı” öngörülerek, mücadele yolu seçilmiştir.
Sovyet devletinin seçtiği yol hiç kuşkusuz kadın cinsi bakımından devrimsel değerde kazanımdır. Ancak yaklaşımda hiç sorun olmadığı anlamına gelmiyor. Nüfus planlamasının, bir soyutlama olarak, yeni maltusçulukla bağı kurulabilir belki ama kürtajın “toplumsal kötülük” olarak nitelendirilmesi kabul edilemez. Bütün tek tanrılı dinlerin, –özellikle kilise eliyle kadına karşı ağır suçlar işlemiş olan Katolikliğin– insanlıkta yarattığı önyargıları dillendirmekten başka bir anlama gelmez bu. Analığı kutsayan tek tanrılı dinlerin, kız çocuğu doğuran kadınların yaşadığı aşağılanmanın ve kız bebeklerin öldürülmesinin esin kaynağı olduğunu bilmekteyiz. Kaldı ki, istenmeyen gebelikten kurtulma bir hak olarak kadına –ekonomik ve toplumsal koşullar nedeniyle– tanınırken bunu kullanmanın “toplumsal kötülük”le anılması, hiç de demokratik ve eşitlikçi bir duruş değil. Örneğin, kürtaj için başvuran kadına, “toplumsal kötülük” yapmakta olduğunu düşündürmekten daha ağır bir baskı olabilir mi?
Nitekim, 16 yıl önce boyun eğilen “kötülük”, gerekli ekonomik koşullar sağlandığına kanaat getirildiğinde, “giderek ortadan kalkacağı” sosyalist bakış açısı unutularak 1936’da, yeniden yasaklanmıştır. Yasakla, toplumsal bir sorunun çözülemeyeceği; yasak varsa eğer, orada bir çözümden, hele de toplumsal bir çözümden söz edilemeyeceği açıktır. Üstelik bu kararla kürtajın yeniden yeraltına itilmesinden başka bir sonuç elde edilememiştir. Kürtaj yasağının kadınların toplumsal alanda etkinliklerini sınırlayıcı olduğu da bir gerçek. Örneğin kürtaj tartışmalarına katılan bir öğrenci kadın, eşi de öğrenci olduğu, üstelik birlikte yaşayacakları evleri bile olmadığı o koşullarda (1935 yılı) çocuk sahibi olacak durumda olmadıklarını, eğer kazara çocuk sahibi olurlarsa kendi eğitimini yarım bırakmak zorunda kalacağını, bunu ise istemediğini dile getirerek tartışmaya katılmaktadır. Bu örnek de gösteriyor ki, kürtaj yasağı, kendilerini sosyalizmin kuruluşuna adayan, bunun için nitelikli işgücü haline gelmek için çırpınan genç kadınların eğitim ve hatta, daha sonra açığa çıkacağı gibi üretim süreçlerine katılımını baltalamıştır ya da öyle bir potansiyele sahip olmuştur.
Dolayısıyla kürtaj ile ilgili karar olsa olsa siyasal bir “çözüm”ün ifadesi olabilir, Sovyetler Birliği’nde olan da budur. Söz konusu zaman diliminde yaklaşan savaşa ve ekonomik inşada insan gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle böyle bir karar aldığından kimse artık şüphe etmemeli. Peki, ortada kalan sorun ne? Politik ihtiyaçlar sosyalist bir iktidarı ve dünyanın öncü komünist partisini, kürtaj konusunda –elbet yalnız bu değil, sorunun birçok başka konularında da– Marksist ilkeden sapmaya itmiş, bir ihtiyacı teorileştirerek geleceğe yanlış bir bakış açısını aktarmıştır. Daha kötüsü, yeni bir dünyayı kurmakta olan genç kadın ve erkek kuşaklara bir politik ihtiyacı açıklamak, bu noktada onları aydınlatarak harekete geçirmeye güvenmek yerine, idari kararlara, yönetsel yetkilere güvenmek yolunun seçilmiş olmasıdır. Ki bu da, bir miras olarak halen omuzlarımızdaki yüklerden biridir. Bu tür yaklaşımların sonuçları ağır bedeller olarak ödenmiş, sadece Sovyet halkına değil tüm insanlığa. Sosyalizme ve sosyalist iktidar güçlerinin gerçeği ilan ederek, mücadelede kararlılığı geliştirebileceğine güveni sarsmıştır. Bu gibi olgular, karşıdevrim güçlerinden başka bir dizi revizyonistin, küçükburjuva aydınların ve örgütlerin sosyalizmin bu ilk deneyiminin kadınlara kazandırdıklarını karartan saldırılar yapmalarına alan açmıştır.

Evlilik yasaları kadın özgürleşmesini nasıl etkiliyor?
1926’da (1 Ocak 1927) yeni bir Evlilik ve Aile Yasası çıkarılarak evlilik konusunda ortaya çıkmış yeni arayışlara yanıt üretilmek istenmiştir. Şirin Tekeli, bu yasa dolayısıyla sosyalist devletin evlilik ve aile politikalarını “1926’dan itibaren yeni aile yasasıyla birlikte geri dönüş başladı” diye değerlendirmektedir. Bir kere yasa, boşanma özgürlüğünü kısıtlamamaktadır. Çünkü, çok şiddetli tartışmaların sonunda serbest evlilikler yasal evliliklerle eş tutulur ve tek tarafın başvurması yeterli görülerek, önemli bir aleyhte ağırlığa karşın, boşanma kolaylaştırılır. Sorun yasada değil, içinden geçilen maddi-siyasi hayatın koşullarındadır. Gelişmeler, ekonomik ve toplumsal gerçekliğin kadınların özgür yaşamları seçmesine olanak vermediğini, bir ölçüde eskiye-geriye dönüşün ip uçlarının o dönemde başladığını gösteriyor.
Peki, Lenin’in uyarısına ve boşanma hakkının kadın ve çocukların aleyhine işlediği görülmesine rağmen boşanmayı daha da kolaylaştırmasını eleştirmeli mi? Bu ne derece doğru olur? Boşanma özgürlüğünü erkek cinsi kendi leyhine kullanmayı başarmış, kadınlar bu kez boşanma özgürlüğü adı altında cinsel istismara ve ezilmeye devam etmiştir. Evet ama yine de bu toplumsal gerçekle yasalara dayanarak mücadele edilemezdi, edilememiştir de. Buna karşılık bir çözüm olarak başvurulan boşanmanın zorlaştırılmasının kadını kendisini her fırsatta istismar etmekten kaçınmayacak bir erkeğe ve mutsuz evliliğe daha fazla katlanmaya mecbur edeceği açık değil mi? Ya da kadını, aşağılanmanın bir başka biçimi olan nafakaya, hatta nafaka peşinde koşmaya mahkum edeceği açık değil mi? Ve nihayet eve kapatılmasını kaçınılmaz hale getireceği belli bu tür kararlarla toplumsal maddi gerçeklikle mücadele edilebilir mi ya da edilebildi mi? Sonuçlara bakarak söylemeliyiz ki, Sovyet pratiği beklenenin aksini açığa çıkarmıştır. “Düzen tutturma” girişimleri, toplumsal kurumları giderek daha fazla partiyi, devleti ve eskiye başvurmak zorunda bırakmıştır. Eskiye her başvurma, giderek mülkiyet düzenindeki aile- boşanma araçlarına geri dönmeyi kaçınılmaz kılmıştır. Hiç kuşkusuz sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi, bölüşüm alanında “burjuva hukuku” nun geçerli olduğu süreçtir. Toplum herkese ihtiyacını veremediği sürece burjuva hukukun baskısının süreceği yerlerden birinin hala “eski” formatta süren aile olacağı da bir gerçek. Bu durumda komünist partisi ve sosyalist iktidarın, geleceğin önünü açmaya özen göstermesi, ezilen cinsi ilgilendiren her olayda, ‘yeni’nin araçlarına gözünü dikmesi gerekir. Örneğin nafakanın, sosyalist iktidar altında olsa da başvurulduğunda kadını eski duruma geri götürmede bir köprü olduğu görülemez miydi? Bunu görenler yok muydu? Vardı elbet. Aleksandra Kollontay bu gerçeği gördü ve henüz ekonomik özgürlüğüne kavuşamamış kadınların boşanma halinde, zaten evlilik birliği yürümediği için ayrıldığı erkeğe bağımlılığını sürdürecek nafakanın yerine “devlet fonu” oluşturulmasını önerdi. Ama onun ve onun gibi düşünenlerin sesleri o koşullarda yeterince dikkate alınmadı. Sosyalist devlet, ilk başlarda toplumsal fonların kullanım alanlarına boşanmış kadınları almayı öngöremedi.
Bunlara bakarak kadının özgürleşme derecesinin sosyalizmin kuruluş derecesini belirleyeceği doğrusunun yeterince bilince çıkarılmış olmadığını anlıyoruz. Erkek egemen toplumsal çerçeve elbet siyasi çerçeveyi de etkilemiş, pek çok durumda belirlemiştir.
Peki, erkek egemen toplumsal çerçeveyi kabul ettiğimize göre önerilenin hayali olduğunu söylemek gerekmez mi diye sorulabilir. Gerçekten de Kolontay’ın önerisi hayali miydi? Bir akıl yürütme denemesiyle önerilenin hayali olmadığına rahatça ulaşırız. Erkeklerin, evliliği ve boşanmayı, Müslümanların ‘muta’ evliliğine çevirmelerini önlemek istiyorsak, “nafaka” denen para devletçe tahsil edilmeli ve Kollontay’ın önerdiği gibi “kadına ve çocuğa yardım” fonuna aktarılmalı. Hiçbir kadın eski “koca”nın olası eziyetine terk edilmemelidir. Kadını mutsuz bir evliliğe ve sorumsuz bir kocaya mahkum etmeden toplum eliyle sorun ancak böyle çözülmüş olur. Kaldı ki bugün burjuva toplum düzeninde nafaka ile kadının yarınını bile onu terk eden ya da terk edilen kocaya bağımlılıktan kurtaracak yeni mekanizmalar; örneğin ev kadınlarına genel sigorta, emeklilik hakkı önermiyor muyuz? Demek oluyor ki, nafaka yerine genel sigorta, kadın için toplumsal fon, bugün burjuva düzene karşı mücadelede demokratik bir talep, gelecekte de devrimci ve sosyalist iktidarların uygulayacağı demokratik veya sosyalist bir tedbir olabilir.
Sovyetler Birliği’nde kadına çocukla özdeş yardım politikasını da bu bağlamda eleştirmek gerekir.
1936 yılında çıkarılan yeni aile yasası öncekilerden farklı olarak boşanmayı zorlaştırdı ve “Sovyet ailesinin güçlendirilmesi” formülüne ulaşıldı. NEP etkisindeki ekonomik hayat koşullarında bile ailenin güçlendirilmesine gereksinim duymayan sosyalist iktidar, sadece kadını ve çocuğu korumanın güçlendirilmesiyle uğraşmışken 1936’da, hem de “sosyalist ekonominin kuruluşu tamamlanmış”ken, Sovyet toplumunda “eski tip sınıflar kalmamış”, “geriye dönüşün imkansız olduğu” ilan edilmişken bir düzen örgütlenmesinden başka bir anlama gelmeyecek olan Sovyet ailesinin güçlendirilmesine ulaşılmıştı. Niye, neden ve nasıl varıldı bu noktaya? Ayrıca sonuçları ne oldu? Bunlar bugün sosyalizm deneyleriyle uğraşılırken en çok sorulması gereken sorular.
Bugün birçok olguyu bir araya getirip değerlendirdiğimizde “ailenin güçlendirilmesinin” de bir düzen tutturma kaygısıyla yapıldığını anlıyoruz. Bu ‘düzen’ ise eski düzendir ve ailenin güçlendirilmesi, kadın özgürlüğünden ödün verilmeden olmazdı. Kadın özgürlüğünü feda etmeden aile; yani koca-baba, çocuk, kadın-anne birliğinin güçlendirilmesi olmazdı. Çünkü aile dediğimiz bu çekirdek, başka şeylerin yanında kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur zamanında. Sovyetler’de katedilen onca mesafe bile, henüz daha o evsel kölelikten çok az şey atmıştır.
Sorun elbet burada bitmiyor, “geriye dönüşün imkansız olduğu”nun ilan edildiği halde Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi, askeri ve sivil güvenlik kuvvetlerinin güçlendirilmesin gerekliliği üzerinde de duruluyor, hatta bu açılardan durum teorileştirilerek Marksizme “katkı” sunuluyor. Demek ki, o tarihsel kesitte toplam olarak bir düzen örgütlenmesi ile yüz yüze kalındığını ya tercih edildiğini görüyoruz. Bunları da hesaba katarsak varılan durak daha iyi anlaşılacaktır.

Kadın özel örgütlenmesi
Yazının girişinde de ifade etmiştik; ezilen cins olarak kadınlar arasında politik çalışmanın özel araçlar, özel yöntemler olmaksızın örgütlenemeyeceği dünya komünist hareketinin en önemli görüşlerinrden biridir. Bu bilince ulaşıldığında partiler ve sendikalar kadınlar arasında özel çalışmalar örgütlemeye başlamışlardır. İşçi kadınlarla başlamak üzere ezilen kadınların kitleler halinde devrim ve sosyalizm mücadelesine katılması ancak böyle sağlanmıştır. Sosyalist devrim kadının cins olarak kurtuluşunun da maddi koşullarını yaratacaktır çünkü. SBKP’nin devrim öncesi pratiğinde bu ne kadar böyle oldu, bunun çok açık verileri yok. Ama Ekim devrimi olduğunda, Clara Zetkin’in önderliğinde Batı Avrupa Sosyal Demokrat partilerinin çalışmasında bu esaslar, partilerdeki erkek egemen direnişlere karşın uygulanmaktadır.
Ekim devriminden hemen sonra SBKP’de de partinin kadın kolları olarak Jenotyel örgütlenmesine gidilmiştir. Kollontay, İnnesa Armand Jenotyel’in ilk başkanlarıdır. Merkez Komitesi’ne bağlı olarak çalışan Jenotyel on yıl boyunca partide ve partinin kitleler arasında kadın özel çalışmasını örgütlemiş, yeni bir hayatın ve yeni bir toplum biçiminin oluşmasına kadınların katılımını sağlamak için uğraşmıştır. Öylesine zorlu bir uğraştır ki, kadın öncüler, ezilenin en ezileni kadınları aydınlatma ve örgütlenmeye gittiklerinde çok kez yaşamlarını yitirmişlerdir. Devrimden sonra bile geniş Rus kırı halen Çarlık kırı gibidir. Jenotyel örgütlenmesi sayesinde ataerki sistemin sayısız engeli aşılmaya çalışılmış, kadınların eğitim seferberliğine katılımı sağlanmıştır. Jenotyel’in özel çabalarıyla Parti geniş kadın kitlelerini sosyalizmin ekonomik inşaasına katmış, fabrikalar, tarım kooperatifleri kadın emeği ile yürünecek yolu kısaltmıştır. Bu arada asırlardır yoğun emek sarfetmesine karşın erkeğe bağımlılıktan kurtulamayan kadın cinsi ilk kez kendi emek sarfının karşılığı olan ücretini alır hale gelmiştir. Asırlardır egemenliği altında kaldığı baba-koca gibi erkek cinsten ekonomik olarak bağımsızlaşma olanağı şimdi artık gerçek zeminine kavuşmaya başlamıştır. Süreç böyle geliştikçe asırların erkek egemenliğinin ekonomik temelleri de köklü olarak yıkılmaya başlayacak, kadınla erkek arasındaki eski ilişkilerin köklü olarak yıkılmasını getirebilecektir artık. Ancak yaşanmış gerçekliğin açığa çıkardıklarına göre, maddi zemin yaratılmış olması bir çırpıda kadının erkekten bağımsızlaşmasını getirememiştir.
Böyle bir sonuca ulaşmak, daha çok zaman isteyen, yepyeni yaşam alışkanlıkları edinmiş yepyeni kadın ve erkek kuşaklarını gereksinecektir. Kollontay’ın dediği gibi, kolektif yaşam alışkanlıkları edinmiş, özel- genel alan ayrımını ortadan kaldırmış kuşaklar gerekecektir. Evet ama bunlar da kendiliğinden olmayacaktır. Buraya ulaşmak da yeni bir devrimci yaklaşım ve bilinçli bir yönelimle kitlelerin aydınlatılması, eğitilmesi ile mümkün olacaktır. Ancak böyle zorlu mücadeleler, tüm hayatı elinde tutan erkek egemenliğinin yenilmesini gerektirecektir.
Açıkçası sürece başka etkenler karışmalıdır; sosyalist hayat tarzı yalnızca maddi temeli ile değil, toplumsal ve siyasal, cinsel çelişki ve çatışmaların üstüne gidebilecek yeni yapılarla, yeni üst yapı kurumlarıyla da var olmalıdır. Sovyet deneyiminin en zaaflı yanı, bir başka ifadeyle zayıf karnı tam burası. Jenotyel kadın kitleleri arasında özel çalışmalar yaparken, partinin direktifleriyle sosyalist ekonominin kuruluşuna, sovyet ve kooperatif üretim ve yönetimlerine çekilmesi olarak belirliyor. Parti içinde, sovyet örgütlenmesinde, fabrika ya da kolhoz örgütlenmelerinde, hatta sendikalarda kadının geri kalmışlığının erkek egemenliğiyle herhangi bir ilişkisi kurulmadığı gibi, onunla bir mücadele de genel olarak öngörülmemektedir. Erkek egemenliğiyle mücadele daha çok Ortaasya’nın feodal yapısı ve dinsel yobazlığıyla bilinen eski sömürge ülkeleri, daha çok da Müslüman toplumlar anlaşılmaktadır. Jenotyel aktivistlerinin aydınlatma kampanyaları da daha çok buralarda örgütlenmiştir. Oysa erkek egemenliği, bizzat parti ve sovyet organlarının da tespit ettiği gibi Rusya toplumunun bütününde egemendir. Bunun parti yapısında, ekonomik toplumsal yapıda, sosyalizmi inşaa ederken hedef tahtasında tutulacak bir durum yarattığı görülmüyor, ya da üstünden atlanıyor. Lenin’in “ezilenin en ezileni kadınlar”a çağrısı yanıtsız kalıyor, kadını evden mutfak ve çocuk bakıcılığından devlet yöneticiliğine çekecek adımlar esasen kreş- yuva açmak olarak algılanıyor. Kadın özel çalışmasının hedefleri arasında erkek egemenliğiyle mücadele başlıca bir görev olarak konamıyor.
1919 yılında kurulan Jenotyel’in kadın kitleleri arasında çalışmasının önemine onca dikkat çeken konferans ya da Kongre kararları var. Örneğin 4. Parti Kongresi “işçi ve köylü kadınların toplumsal kurtuluşu için çalışmayı görmezden gelen belli eğilimlerin bulunduğunu” saptıyor ve partinin kadınlar arasındaki çalışması için “ana görevleri” şöyle sıralanıyor: “a) politik ve kültürel eğitim yoluyla geniş işçi ve köylü kadın tabakaları arasında Partinin etkisini yaymak, b) işçi ve köylü kadınları Parti, sendika, kooperatif ve sovyetlerin inşasına çekmek, c) sovyetler, sendikalar, kooperatif ve diğer örgütler üzerinden işçi ve köylü kadınların yükünü azaltacak olan kurumların (çocuk yuvaları, kamu yemekhaneleri vs.) inşasına çalışmak.” (Belgeler, İşçi Köylü Kadınlar Arasında Çalışma Üzerine, s. 12) Aynı belgenin aktardıklarına göre, bu genel görevlerin yanında en acil görevler de aynı mantıkla sıralanıyor: Kadın işçilerin iş tezgahı başından partiye kazanılması, en bilinçli köylü kadınların partiye kazanılması; Sovyet, sendika, kooperatif ve iktisat örgütlerinde seçimle gelen aktivistlerinin sistemli ve enerjik şekilde terfi ettirilmeleri, öne çıkmış kadınların sorumlu işler için eğitilmeleri, komünist kadınların parti ve Sovyet organlarında yönetici konumlara terfi ettirilmeleri ve sistemli kitle çalışmasının örgütlenmesi. Sayılanların tümü, kadın cinsin üretim ve yönetim, politika ve özel olarak yönetim işlerine çekilmesinin hedef seçildiğini, bunun için çalışmalar yürütüldüğünü kanıtlıyor. Ne var ki, bu kararlar uygulansa bile kadının ev-çocuk-koca üçgenindeki sorunlarına çözüm ile yeterince birleşmediği, özel olarak bu alanda erkek egemenliğinin baskıcı ve mülkiyetçi özellikleriyle savaşılmadığı da bir başka gerçek. Böyle olunca kadın cinsin evdeki yükü esasen korunurken üretim ve yönetime çekildiğinde sırtındaki eski kamburları atamıyor. Bu durumda yeni ve onu hayatın merkezine taşıyan görevler onu özgürleştirici olmaktan çok yükünün çoğalması anlamına geliyor.
Diğer yandan milyonlarca kadın emekçi arasındaki çalışma bütüne göre çok küçük bir azınlığı oluşturan Jenotyel’lere havale edilmekte, sık sık onların başarısızlıklarından, daha doğrusu yetmezliklerini başarısızlık ilan etmekten uzak durmayan parti kararları ile Jenotyellerin çalışabilme olanaklarıyla ilgilenmeyen parti örgütlerinin bir avuç öncü kadını bıkkınlık noktasına getirdiğini tahmin etmek zor değil. Yorgunluklar da böyle ortaya çıkıyor. Lenin, partinin kitle çalışmasının yarısı kadınlar arasında örgütlenmeli demişti. Partinin yaptığı tüm yükü, parti örgütlerinin önüne binbir engel çıkardığı, bu yüzden bin türlü geri eğilimle cebelleşen Jenotyellere havale etmek olmuştur. Üstelik, yine belgelerden öğrendiğimize göre, partide jenotyellerin “kendi başlarına çalışmalarından” ve parti görevlerine ilgisiz kaldıklarından da şikayet ediliyor. Kadın özgürleşmesinin ihtiyaçlarının parti örgütlerince anlaşılmadığının kanıtları bunlar aslında. İlginçtir, Jenotyel’den bir başka şikayet de, “aydınlatma çalışmalarıyla yetindikleri, işçi köylü kadınların toplumsal kurtuluşu için çalışmayı görmezden geldikleri” yönünde. Günümüzde de sık sık duyduğumuz bu yakınmaların kadın özel çalışmasını biraz da sapkınlık veya parti çalışmasına rakip sayan erkek egemenliğinin hazımsızlığı olduğunu anlıyoruz. Kadın örgütlerinin bu kararları sorgulayamadığı da anlaşılıyor, çünkü oluşmuş sağlam bir kadın bilinci de görülmüyor o tarihsel kesitte.
1923’te yapılan 12. Parti Kongresi’nde, partinin işçi ve köylü kadınlar arasındaki çalışmasıyla ilgili alınmış bir kararda (2. madde, s. 9) kadının kurtuluşu için sırtındaki yükleri (çocuk bakımı, ev işi) almanın önemine vurgudan sonra, “yüklerin alınışındaki hız düşüklüğüne tepkiyi”, belki de daha hızlı bir gelişme için öncelikleri değiştirmek isteyen kadın hareketliliğinin feminist sapma olarak nitelendiğini görüyoruz. Feminizm, bir umacı gibi o gün de komünist ya da öncü kadınlara karşı kullanılıyor. Bugün kadınlar lehine alınabilecek tedbirleri almayan burjuva hükümetleri erkek egemen tutumla suçluyorsak proletaryanın hükümetinden daha büyük adımlar beklemek kadınların hakkı olmamalı mı? Hem de feminist umacısıyla korkutulmaya uğramayacağından emin olmak hakkı olmalı, değil mi?
Elbet bu değişikliklerin öyle kolay olmadığını biliriz de erkek egemen siyaset tarzının önceliklerinin, kadınlar söz konusu olduğunda öyle çok objektif olmayabileceğini kestirebiliriz. Sosyalizmin inşası sırasında da kadın özel örgütlenmesine, siyasette eşit temsile bu yüzden şiddetle ihtiyaç var. Sovyetler Birliği deneyiminin en açık dersi de bu olmalı. O nedenle kadın cinsin bugün siyasetin merkezine yürüyüşünü örgütlemek, özerk ve bağımsız özel kadın örgütlenmelerini her alanda kurmak ve geliştirmek geleceğin güvencelenmesi için de bir zorunluluktur.
Sonuçta henüz en geniş kadın kitlesinin politikaya aktifçe ve erkeklerle eşit temsil düzeyinde katılımı sağlanmamışken hele, daha yolun başındayken, 1929’da Partinin kadın özel örgütlenmesi olan Jenotyel fiilen sistemi lağvedilmiştir. Jenotyellerin Merkezi Yönetim Başkanı Artyuşina, aynı yıl bu tasfiyeyi; “yeniden inşa dönemi”nde kadın bölümlerinin çalışmasına dayanmanın “tamamen yetersiz olacağı” ile gerekçelendirmekte ve şöyle devam etmekte: “Şimdi kadının kölelikten kurtarılması uğruna sovyetlerden, sendikalardan, kooperatiflerden, iktisat organlarından daha fazla yararlanmak gereklidir. Kadının kurtuluşu için alınacak önlemler, kadın işçi bölümlerinin ‘ayrıcalığı’ olmaktan çıkarılmalıdır artık.” (Aktaran, SED ve Kadınların Kurtuluşu, C.1, s. 134) Söylenene göre, kadınların çıkarlarını artık bütün devlet kurumları ve kitle örgütleri koruyacaktır ve kadınlar arasında çalışmayı salt kadınların yürüteceği çalışma olarak algılayan anlayışla mücadele edilecektir. O dönemde ve sonrasında Partide tartışmalı olmaya devam eden konu 16. Parti Kongresi’nde (1930) ele alınacak ve “daha üst örgütlenmeye geçiş” gerekçesiyle Jenotyel dağıtılacaktır. 16. Parti Konferansı’nda Kaganoviç “Parti mekanizmasının yeniden örgütlenmesinin, kadın kollarının tasfiye edilmesi yönünde bir eğilim yarattığının” ama bunun “hiçte kadın çalışmasının zayıflatılması anlamına gelmediğini” iddia etmekte ve “tersine kadınlar arasındaki çalışma hızlandırılmak zorunda” diye eklemekte.
Bu kararla partiye bağlı kadın özel çalışması tasfiye edilmiştir. Bu ilkesel bir geri adımdır ve yıkıcı sonuçları da bilinmektedir. (age., s. 134-35)
Bir yandan kadın örgütü var diye bütün parti ve kitle örgütlerinin kadın çalışması adına ne varsa ona yükleme tavrında olduğu doğru. Nitekim bugün bile aynı sorun yaşanabilmekte. Ama diğer yandan burada ifadelendirilen gerekçelere aklı başında sosyalistlerin inanması olası değil. Çünkü, kadın özel örgütünü tasfiye etmek, kadın çalışmalarının politikalarını belirleme ve karar yetkisini kadınların elinden almak ve zaten erkek egemen Parti, kitle ve devlet örgütlenmelerine aktarmaktır. Zaten öyle olduğu içindir ki, kadınların cins olarak özgürleşme hareketinin sonrasında hiçbir inisiyatifleri kalmamayacaktır. Dolayısıyla bir komünist kadın liderin hele de bunları gerçeği görmeden konuşması ve öne bu gerekçeleri öne sürmesi inandırıcı olamaz. Jenotyellerin tasfiyesinin hemen arkasından gelen (Parti ve sendikalarda) seçimlerde, hatta sovyet seçimlerinde kadın oranlarının çok düştüğü istatistiklerde açıkça görülmektedir.
Tarım tüzüğünün uygulanmasıyla başlatılan zengin köylülüğün tasfiye sürecine denk gelmesi, Jenotyellerin kapatılmasının tamamen toplumsal ve parti içi dengelerle ilgili bir politikanın ürünü olduğunu düşündürmektedir.

Annelik ve yön değişikliği
1936 sonrasındaki karar ve uygulamalar durumu ağırlaştırmıştı. Erkekle eşit olabilmek için çocuk bakımı, kocanın ve evin hizmetçiliği görevlerinden kopuşması, bedeni hakkında söz hakkına sahip olması gereken kadın yeniden evin, ailenin, çocuk doğurma ve yetiştirmenin sorumlusu ilan edilmiştir. “Çocuk bakımı toplumun işi olacaktır” ilkesel yaklaşım ve program amacı belirsizleşmiştir. Bu kararla sosyalizmin ilkesinden geriye doğru bir dönüş yapıldığı açık değil mi?
1943’te iki cinsin kendi özel ihtiyaçlarına göre eğitimin düzenlenmesini sağlayan yasanın çıkması mesela cinse göre toplumsal rollere geri dönüş demek değil midir? Değişikliklere uğrasa da 1970’e kadar süren Evlilik ve Aile Yasası (1944 Kararnamesi) adıyla çıkan yeni yasa annelik ve aile düzeninde bir yön değişikliği sağlayacaktır.
Yasa, bir kez daha boşanmayı zorlaştırıyor, maliyeti yükseltiyor, boşanma sayısı en aza iniyor. Mahkeme oturumları açık yapılıyor, duruşma önceden ilan ediliyor. Fiili evlilikleri tanımıyor, kayıt koşulu getiriyor. Kayıtlıların baba desteği talep edebileceği söyleniyor. Nafaka erkekler için ağırlaştırılarak getiriliyor. Bekar erkeklere ağır vergiler getirilirken analık yurtseverlik görevi ilan ediliyor. Giderek çok çocuk sahibi olan kadınlara mali destek, madalya ve şeref ödülleri veriliyor. On ya da daha çok çocuk sahibi kadınlara kahraman ana ünvanı, her doğum için nakit yardım ödüllerin bazıları.
1945’te 280 bin bekar anne devlet yardımı talebinde bulundu. 1950’de 1.700.000 anne, 1957’de 3.200.000 anne yardım talebinde bulundu.
Kız çocuklar için 100, erkek çocuklar için 150 ruble ödül alıyor.
1967’de 104 bin kahraman ana, 260 bin 1. dereceden, 669 bin 2. dereceden, 1 milyon 528 bin 3. dereceden analık madalyası alıyor. Bekar anneler pek çok ayrıcalığa sahip. Başvuru halinde devlet çocuğun bakımını üstleniyor. Ama isterse bekar anne çocuğunun bakımını ücret alarak 12 yaşına kadar üstlenebiliyor. Bu ayrıcalıklardan yine erkekler yararlanabiliyor. Evli erkekler ahlaki, yasal ya da mali yükümlülük almadan bekar kadınlarla birlikte olup çocuk yapmaya katılıyorlar. Kadınlar onlara karşı babalık davaları açmıyor ama toplumsal mutsuzluk ve yozlaşma artıyor.

Sonrası
1944 Yasası, 1969’da başlayan ve iki yıl süren tartışmadan sonra; “nafaka yozlaşmayı besliyor, esas amaç her durumda öncelikle çocukların korunmasıdır” gerekçeleriyle değiştiriliyor. Anneliğin maddi ve manevi teşvikinin de bir yozlaştırma kaynağı olup olmadığı sorusu sorulmamış anlaşılan.
Temmuz Kararnamesi, savaşın insan kırımının telafisini yine kadın cinsin doğurganlığını teşvik tedbirleriyle sağlamak çizgisine sokmuştur parti ve devleti. Herhangi bir burjuva parti ya da burjuva devlet için böyle bir telafi yolu normal bir uygulama sayılabilir. Erkeğe verilen askerlik gibi vatan görevi ilan edilir olur biter. Ama sosyalist bir devlet ile tüm toplumun öncüsü komünist partisi, sosyalizmin ilkesel bir yaklaşımını gözardı ederek kadın doğurganlığını pratik politika konusu yapmamalıdır. Zira her çocuk kadının biraz daha evde kalması, toplumsal ve siyasal etkinliklerinin kısıtlanması demek olacaktır. Toplumsal üretim gibi toplumsal ve siyasal kolektif hayata çekilmesinde zaten çok ciddi sorunlar yaşanan bir süreçte kadınların bu hayattan her uzak kalışı sosyalizmin zaferini o kadar geciktirecektir. Kaldı ki, amaçlananın aksine, toplumsal ve siyasal ortamların dışında komünizmin geleceğine sahip çıkacak yeni kuşaklar yetişmedi. Berlin duvarını yıkan, sosyalizmin yarattığı insanlığın en yüce değerlerine vahşice saldıranlar, bu uygulamalar içinde yetişen genç kadın ve erkeklerdi. Böyle olması doğaldı, çünkü komünizm kolektif bir etkinliktir. Kimse kendi başına, toplumsal ve siyasal süreçlerin dışında komünist olamaz ve komünist kalamaz, komünist evlat yetiştiremez. Komünistlik, dünyayı değiştirme eylemine girişmeden hiç olamaz.
Bu karranameyle evlilik dışı doğan çocukların bakımının devletçe üstlenilmesi, bekar annelere devlet yardımı sağlanması, elbet sosyalist toplum projesinin özüne uygun, kapitalist dünyaya göre çok ileri birer adım. Ancak, bu adımların atılmasında ilkesel yaklaşımdan çok nüfus artışı ihtiyacının rol oynadığını gizleyemeyiz. Nitekim, nüfus sorununun az çok bir dengeye oturduğu sonraki yıllarda “fiili evlilik” kurumunun kaldırılmış, teşviklerin durdurulmuş ve boşanma maddi ve manevi açılardan güçleştirilmiş olduğunu görüyoruz.
Yasanın 1. maddesi de aynı mantıkla kurulmuş: “Komünist ahlak ilkeleri üzerinde temellenen sovyet ailesinin daha da güçlendirilmesi;
Kadın-erkeğin gönüllü evlilik birliği ve her türlü maddi kaygıdan uzak sevgi dostluk ve saygı duyguları üzerine kurulması;
Çocukların anavatana bağlılık, emeğe karşı komünistçe tutum ve komünist toplumun yaratılmasına etkin katılım ruhu içinde toplumsal eğitimle organik bir uyum içinde yetiştirilmesi, aileye karşı sorumluluk duygusunun geliştirilmesi…”
Açıkça görülüyor ki yasanın merkezinde de aile ve çocuk var. Böyle olunca kadının durumu ikisine göre tanımlanıp düzenlenecek ve ikisine bağımlı yaşamaya devam edecektir. Komünist ahlak, aşk ve saygı gibi unsurlar ise işin süsü, sosu ve geçici yol arkadaşları olmaktan ileriye gidemeyecektir. 1989’de revizyonist sistemin çöküşünün altında kadın cinsin kaldığını, dünyanın en eğitilmiş kadınlarının, aile ve çocuklarının geçimini sağlamak üzere bir gecede uluslararası beden ticaretinin metası olabildiğini hesaba katarsak, bütün bu eleştirmeye çalıştığımız uygulamaların bu sonda çok özel payı olduğunu anlayabiliriz.

Aşk sevgi cinsel ilişkiler
1920’li yılların ilk yarısında, genç sosyalist cumhuriyette ailenin geleceği, kadının özgürleşmesi, cinsel ilişkiler en çok tartışılan konulardır. “Bütün büyük devrimlerde olduğu gibi en başta cinsler arası ilişkiler alt üst olur” (Engels) ve onları daha da alt üst edecek tartışmalara, yeni arayışlara konu yapılır. Bu ortamda her türlü fikrin ve faaliyetin ortaya çıkacağı çok muhtemeldir. Sovyetlerin ilk yıllarında dışarıdan bakınca; –bu dışarıdanlığın, egemen cinsel anlayışlar olduğu da bir an unutulmasın– çok uç uygulamalar ortaya çıktığı söylenmektedir. Hatta, Lenin’in ifadelerinde rastladığımız gibi, ortaya çıkan ‘kaos’a müdahale gereği duyulmuştur. Bugünden bakarak da, böyle müdahalelerin ortaya çıkabilirliğini kabul edebiliz. Asıl ilgilendiğimiz ve ilgilenmemiz gereken de müdahalenin yönünün ne olması gerektiğidir. Cinsel alana, cinsler arasındaki ilişkilere müdahale ederken, tüm topluma önderlik eden komünist partisinin yönünü nereye döneceği daha da büyük öneme sahiptir. Maddi toplumsal hayatın gerçeklerini öne sürerek “eskiye” sığınmak kolaydır ama bunun yeni ilişkileri bir pranga gibi eski düzene çekeceği de bilinmeli, ki Sovyet deneyi bunu kanıtlamıştır. Yönü yeniye dönmenin, ilk anda maddi koşulların ağır tehdidi altında olsa bile, insanlığın ileriye yürüyüşünü kolaylaştıracağını anlamak önem kazanıyor.
Aşk, sevgi, beraberliklerle ilgili tartışmalar devrimin ilk yıllarında yürütülen tartışmanın merkezinde gençlik var. Partinin ve devletin en yetkili kadın önderleri de taraf olarak tartışmalara katılıp süreci yönlendirmeye çalışmışlardır. Kadın önderlerin soruna yaklaşımları da önemli farklara sahip. Eski parçalanırken ve yeni henüz kurulmamışken, evlilik ve aile ilişkilerine nasıl bir yön verilmeli? Nadejda Krupskaya soruyu şöyle yanıtlıyor: “Buna ilişkin billurlaşmış bir yanıt henüz yoktur; ama hiçbir kuşku yok ki bu sorunun çözümüne götüren olası yol kadınların kolektif çalışmaya, kamu faaliyetine çekilmesidir. Kişisel yaşantımızı sosyal yaşantımızla birleştirdiğimizde -ki halihazırda bu yolda bulunuyoruz- bu, herhangi bir dervişlik, kişisel yaşamdan cayma anlamına gelmez. Tam tersine, kişisel yaşantımızın toplumsal yaşamla kaynaştırılması, kendi çıkarlarını toplumsal çıkarlar açısından görebilme yeteneği, öylesine derin duygular, hem de kişisel yaşamı son derece zenginleştiren kolektif ve son derece güçlü duygular olanağı içermektedir.” (Belgeler, s. 305)
Krupskaya, konuşma yapmak üzere çağrıldığı bir fabrikada kadın işçinin söylediklerini, çok katı, amacının aksine partiden caydırıcı buluyor. Kadın ajitatör şöyle demektedir: “Partiye girin, ama Partiye girdiğinizde kocanızdan ve çocuklarınızdan caymanız gerektiğini unutmayın.” Krupskaya’nın yanıtı şöyle sürüyor: “Bu türden bir ajitasyonun çok kişinin partiye katılım konusunda cesaretlendireceğini sanmıyorum. Dahası, çoğunun katılma konusunda korkutulduklarına inanıyorum. … Ona, komünizmin bir mezhep olmadığı ve asla en haklı dürtülerin ve duyguların bastırılmasını talep etmediği yanıtı verilmeliydi. Ona; hayır, aileden caymaktan başka komünizme giden başka bir yol daha vardır.”
Krupskaya’nın yürüttüğü tartışma, özel ve genel yaşamların birbirinin karşıtı olarak ele alınmayıp birbirini tamamlayan, özelin genel içinde zenginleşerek gelişeceğine dair deneysel bir aktarım. Ama bunun bir genel doğru haline gelmesini bizzat yaşanan deneyimin engellediğini de görüyoruz. Krupskaya’nın yaklaşımı elbet doğru ama hayatın başka şey gösterdiğini, parti aktivisti kadınların sözlerinin tam bu gerçeği dillendirdiğini de anlayabiliyoruz. Neden? Çünkü, Rusya’nın o günkü toplumsal yaşamında partili kadınların çocuk ve aile bakıcılığından kurtulamadığını, kendilerinin bizzat bilinç ve irade gücüyle bu “yükleri” bir tarafa koymaları gerektiğini, aksi durumda siyasi ve toplumsal gelişmeler içinde kadın cinsin özne olamadığını görmekteyiz. Dolayısıyla o gün partili kadınların çubuğun ucunu aileden değil de partili yaşamdan yana bükmeleri, bir gerçek durumun sonucu. Sosyalist inşa kadın cinsin özgürleşmesinin sorunlarını öncelikli konular arasında sayıp bilinçli bir çabayla bunların çözümüne yöneldiğinde ancak partili kadın da çocuk eş ilişkileri ile toplumsal siyasal görevlerini kendi doğal dengesinde ele alabilir hale gelecekti. Sovyetler Birliği’de çöküşün hemen öncesinde kadınların Gorbaçov’a; “Biz artık kahraman anneler olmak istemiyoruz” diye haykırmalarının arkasındaki gerçeği anlamak gerek. Zaten Gorbaçov da onlara halen süren çelişkinin çözümü olarak erkek egemen sistemin çözümünü vaadediyordu; “Sizi evinize, çocuklarınıza göndereceğim”. Bu, yolunda ilerleyememiş sosyalizmin kadın özgürlüğü kaleminde de yozlaşarak revizyonizm durağına varmasıdır. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, revizyionist sistemin çöküşünün altında ilk kalan kadın cinsi olmuştur. Hem evdeki klasik görevlerine döndürülmüş, hem de her türlü toplumsal güvenceden yoksun bırakıldığı bu yeni dönemde, böyle bir aile hayatının yüklerini karşılamak için uluslararası beden ticaretine itilmiştir.
Kollontay, yeni sürecin alt üst olmuş ilişkileri, yeni model arayışları ile genel toplumsallığın çıkarlarıyla özel toplumsallığın ihtiyaçlarının ilişkisini sosyalist bir görüş açısıyla çözümlemektedir. O gününün somut koşullarının çok ötesinde koşulların oluşmasıyla gerçekleşebilecek olan bu yeni modeli o şöyle tarif etmektedir: “Kanbağı yerine ortak çalışmaları, ortak ilgileri ve yükümlülükleri ile dayanışmacı bir şekilde birlik olan insanlar birlikte yaşayacak ve birbirini eğitecektir.” (s. 306) Kollontay elbet, bu yeni ilişki sisteminin eskinin içinde kurulamayacağını ve sürecin oraya doğru ilerlemek zorunda olduğunu da vurgulamaktadır: “Er ya da geç, çalışma kolektifi eski geleneksel tekil aileyi çürütecek, onun yerini alacaktır.”
Cinsler arasındaki aşka dair tartışmalar da çok taraflıdır. Sosyalizmi kurmaya seferber olan ama bunu o günkü topulumsal ortamda sevgi-aşk zeminini yakalayamayan genç komünist; işimiz çok, aşka zamanımız yok demektedir. Fırtınalı tartışmalara konu olan “bir bardak su teorisi” bu tartışmalardan çıkmış ve partide bile büyük suçlamalara konu olmuş ya da teorik bakış yapılmıştır.
Sözkonusu durum partiyi çokça meşgul etmişken 1922 yılında Jenotyel Başkanı olan Sofia Smidova Pravda’da yer alan makalesinde gençlik arasında yaygınlaşan cinsel ilişkilerde özgürlük eğilimlerini eleştirir: “Proleter gençliğimizin büyük kitlelerinin cinsel ilişkilere dair görüşlerinin sakatlığı artık ağızlara sakız oldu. Gençlik cinsel yaşama ilişkin -belki ilkel halk topluluklarına uygun olan- en ilkel görüşlerin, komünist olduğuna inanıyor. Ve belki en ilkel topluluklara uygun olabilecek bu ilkel düşüncelerin sınırlarını aşan her şeyi ‘küçük burjuvalık’, cinsel soruna ilişkin burjuva yaklaşım olarak niteliyor. Bilinmez nedenlerle bu, karşı konulmaz bir yasa olarak kabul ediliyor… Cinsel perhiz ‘küçük burjuvalık’ olarak mahkum ediliyor. Şu ya da bu gencin beğendiği her Komsomolkacık (KGB’nin kız üyesi) her Rabfakova (İşçi Fakültesi’nin kız öğrencisi) kendisini ona teslim etmek zorunda, yoksa ‘o küçük burjuvadır’ ve Komsomolka, Rabfakova, proleter kız öğrenci adını taşıma hakkına sahip değildir. Ve şimdi bu tuhaf trilojinin üçüncü ve son kısmı geliyor. Kendisini anne hisseden helak olmuş bir genç kızın gebe kadınlara has hazin ifadeli soluk yüzü. ‘Kürtajı onaylama komisyonları’nın bekleme salonlarında böylesi komsomol aşklarının acıklı hikayelerini çokça okuyabilirsiniz.” (s. 309)
Burada sorunun çok farklı yanları birarada yansıtılmış, biraz ayrıştırarak ele almakta fayda var. Birincisi; toplumsal devrimin bir bileşeni olarak, çok öngörülmemiş bir şekilde yükselen cinsel devrim herkesi hazırlıksız yakalamış, şaşkınlık parti üst yönetimlerinde duruma karşı bir propaganda geliştirmeyi gerektirecek kadar da öfke uyandırmıştır. Tabi toplumsal bir gerçeğe öfke ile yaklaşmanın mahsurlu sonuçları da olabilecektir. Simidova’nın konuşmasında, gençlerin cinsel yaşamını ancak ilkel kabilelere uygun görmek gibi bir küçümsemeye ne demeli…
Gençlerin pratiğini eleştiren Lenin de Clara Zetkin’le konuşmasında (Kadınların Kurtuluşu) cinsel ilişkilerin kuralsızlığından rahatsızlığını şöyle dile getirir “Evlilik ve cinsel ilişkiler alanında proleter devrime uygun bir devrim gerçekleşmelidir…. Susuzluğu gidermek gerekir ama normal bir insan normal şartlar altında sokaktaki bir su birikintisinden su içer mi? Gençlerimizin ve pek de genç olmayanlarımızın bu yeni cinsel hayatı, bana eski burjuva randevu evlerini hatırlatıyor. Bizim anladığımız anlamda özgür aşkla ilişkisi yok.”
Birden çok cinsel deneyimi kirlenme olarak değerlendirmek, dünyayı sarsan devrimin önderinin cinsel alana, yine kendi ifadesiyle tutucu yaklaştığının bir göstergesi. Ama sadece bu değil, söz konusu eleştiriyi Kollontay’a yöneltmesi durumu daha da ağırlaştırıyor. Üstelik bu tür ilişkileri, fahişelik gibi gören “aşırı tutucu eğilimleri savunanlar” da vardır (Belgeler, s. 309/son). O günden yansıyanlar (ve sonraki gelişmeler) gösteriyor ki, devrimin liderleri henüz o ilk zamanda genel olarak cinsel devrimi algılamaktan uzak görünüyorlar. Cinsel devrimin cinsel ilişkiler boyutunda özgürce gelişebilmesi için daha çok zamana ve zemine ihtiyaç olacaktır, tabii her şey yolunda gidebilseydi.
Smidova’nın sözlerinin açığa vurduğu vahim bir gerçek daha var; cinsel özgürlüğü Rusya’da erkeklerin cinsel zevklerini doyurmanın yolu olarak kullanmaları, kadının bu kez de cinsel devrim şiarıyla ezilmesidir. Belgelerde, genç kadınların kayıt yaptırmak zorunda oldukları evlilik büroları ve kendisini beğenen erkeği reddetme hakkına sahip olmamak gibi uygulamalara bakınca, bir devrim ancak bu kadar ters yüz edilebilir demek istiyor insan. Boşanma özgürlüğünü erkeklerin kendi lehlerine çevirdikleri bir zaman diliminde faturayı tabii ki pek çok biçimde kadınlar ödeyecekti; çocuklarıyla terk edilmek ya da kürtaj komisyonlarına hesap vermek. Ama bu sonuncusuna gerçekten de pes demek gerekiyor, değil mi?
Ekim gibi dünyayı sarsan, insanlığın yolunu ve kaderini değiştiren bu büyük devrimin Rusya’nın toplum yapısında hemen ve doğrudan cinsler arasındaki ilişkileri özgür ve eşit, üstelik adil bir temelde kuracağı elbet beklenemezdi. Fakat sonuçtan başa doğru bakınca, devrimin sonraki evrelerinde, özellikle geriye dönüşte kadın cinsin gerçek zeminini bulup özgürleşememesinin payının büyük olduğunu teslim etmek gerekiyor. Lenin de zaten, kadın cinsi özgürleştirmeyecek sosyalizmin başarılı olmasının mümkün olmadığını söylememiş miydi?
Son iki nokta üzerinde durmak istiyoruz. Bunlardan biri, SBKP’de yönetici kademelerde kadın komünistlerin sayısal durumu, diğeri de Kızıl Ordu komuta düzeyi gibi üst yönetici kademelerdekilerin eşlerinin üretim dışı halleri. Bu ikincisine hemen geçerken değinmiş olalım. Belgelerde üst düzey komite kademesinin eşlerinin toplumsal yarar görülen işlere katılmasından söz edildiğine göre, ki diğer alanlardaki yöneticilerin eşleri de büyük olasılıkla aynı durumda- üretime katılmayan kadınlar. Bunun ayrıcalıklı bir durum olduğu ve sonunda derin bir eşitsizlik yarattığı ve yozlaşmaya varacağı/vardığı da bilinmez değil. Soru şu: üst düzey yöneticilerin hiç olmazsa bir bölümünün eşlerini toplumsal üretim dışında tutan nedenler nedir? Toplumsal ve ekonomik koşullar bu uygulamanın neresinde, parti ve devlet kararları neresinde? Başka bir ifadeyle bu kadınlara üretimdışı kalma olanağını ne sağlıyor ki onların sadece toplumsal yararı olan işler yaptıklarından söz ediliyor? Bir deneyim olarak tartışmak gerekiyor.
İkincisi, kadınların politikaya, yönetme işlerine çekilme düzeyiyle ilgili bir konu. Verilere göre, Sovyetlerde kadınların temsil oranları yaklaşık yüzde 25-30 arasında oynuyor. Fakat Partide kadınların temsilindeki durum ise bunun gerisinde. 1926 yılında Komünist Enternasyonal’e sunduğu raporda kadın üye sayılarını şöyle bildiriyor: 1925 yılında kadınların toplam parti üyelerine oranı; yüzde 10,3. 1926’da yüzde 12,8. Sınıfsal bileşim de şöyle: Yüzde 59’u işçi kadınlar, yüzde 15,2 köylü ve memur kadınlar, yüzde 25,8 diğer kategorilerde sayılan kadınlar. (Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu.)
SBKP’nde kadın üye sayılarını gösterir bir istatistik değerlendirmede yer alan sonuçlara göre; 1898’deki 1. Kongre’de bildirilen kadın üye oranı yüzde 15. 1918’deki 7. Kongre’de yüzde 7,9; 1924 yüzde 9, 1925 yüzde 10,3; 1927 yüzde yüzde 13; 1930 yüzde 14; 1934 yüzde 14; 1939 yüzde 21; 1952 19. Kongre yüzde 22. (age, s. 149)*
Verilere göre en yüksek oran yuvarlak rakamla her dört erkeğe karşılık bir kadın komünist partiye üye oluyor, o da 1952’de. Parti kurulduğunda kadın üye oranın yüzde 15 olduğunu, sonraki yıllarda neredeyse yarı yarıya düştüğünü de hesaba katarsak, partinin erkek egemen yapısını ve yol açabileceği sonuçları az çok kestirebiliriz.
Parti kongrelerine katılan kadın delege sayıları ve oranları da şöyle:
6. Kongre (1917); 161 delegenin 10’u kadın (yüzde 5,7), 8. Kongre (1919) 296 delegenin 9’u kadın (yüzde 3), 9. Kongre’de 502 delegenin 28’i kadın (yüzde 5,3), 10. Kongre (1921) 905 delegenin 33’ü kadın (yüzde 3,5), 1922 de 671 delegenin 16’sı kadın (yüzde 2,4), 1924’de 1114 delegenin 51 kadın (yüzde 4,4), 1930’da, 1113 delegenin 155’i kadın (yüzde 13,9), 1952’de 1192 delegenin 147’si kadın (yüzde 12,3) (s. 160). Üye olma ve kongrelere delege olarak katılımda kırlarda bu oranların çok altında olduğunu da hesaba ekleyelim.
1912-1952 arasında kadınların Merkez Komitesi’nde temsil oranları da şöyle:
1912 Krakov Konferansı 7 asil MK üyesi kadın yok, 5 yedek üye, biri kadın.
1917 Konferansı 9 asil üyenin biri kadın, yedek üyelerde kadın yok.
1917 kongresinde 21 asil üyenin ikisi kadın, 9 yedek üyenin ikisi de kadın.
1918’de 15’in ikisi kadın, 1919’da 19’un 3’ü kadın, 1920’de 20 asil üye, hiç kadın üye yok, 12 yedek üyenin 2’si kadın. 1925-1926 ve 1934’te MK’de üçer kadın üye var. 1939’da MK’ne asil ve yedek hiç kadın üye yok. 1952’de 125 MK asil üyesinin sadece 2’si kadın, 110 yedek üyenin 6’sı kadın.
Arada birçok yıl ve kongreyi atladık. Atladıklarımızda kadın oranları çok daha az. Bir komünist partisinin en üst yönetim organında kadın üye sayısının bu kadar düşük olması, kadın üyelerin bu düzeyin gerisinde olmaları gibi gerekçelendirilebilir belki ama bu geriliği aşmak için bu parti ne yaptı, diye de sormak da gerekir. Yönetme işinin erkek işi olarak kaldığını bu kadar çarpıcı başka ne anlatabilir ki? Sosyalist devrime ve sosyalizmin kuruluşuna bir kadın devriminin eşlik etmesi gerektiğini, bugünden bir kadın devrimi fikriyle hareket etmeden, kadınların siyasetin merkezine çekilmesini özel olarak örgütlemeden kadın cinsin özgürleşemeyeceğini de herhalde bu sonuçlara bakarak anlayabiliriz. Ve yine bu gerçeğin, dünyayı sarsan Ekim devrimi ve ilk sosyalist kuruluşun yenilgisinde önemli bir etkisi ve katkısı olmalı, değil mi? Ya da sosyalizm ilk deneyiminde yenildiyse, başka bir dizi nedenin yanında en çok da Lenin’in dediği gibi, kadın cinsin özgürleşememesi nedeniyle oldu bu.

Categories: Sosyalist Kadın 7 | Yorum bırakın

Söyleyecek Sözümüz, Değiştirecek Gücümüz Var KADINLAR SİYASETİN MERKEZİNE

 

İşçi, emekçi ve genç kadınlar,
1 Mayıs’ta Taksim’de ve bir çok alanda milyonlar olup haykırdık devrim düşümüzü…
Yüzyılardır kadınlar olarak düşümüz, yoksulluğun, krizin, işsizliğin olmadığı bir dünyada yaşamak…
Düşümüz, işyerlerinde sendikalı olmak, eşit işe eşit ücret almak…
Düşümüz, kadın olarak namus adı altında öldürülmemek, dayak yememek, taciz ve tecavüze uğramamak…
Düşümüz, Tunuslu, Mısırlı kadınlar gibi özgürlük için yürümek…
Düşümüz, savaşın bitmesi, Kürt halkının kardeşce, eşit bir şekilde özgür yaşaması…
Her gün ekmek ve gül türkülerini söylüyoruz sokaklarda…
Şimdi genel seçimde burjuva partilerine oy vermeyerek, ezilen kadın cinsin özgür seçeneğini yaratarak haykıracağız mücadele türkülerimizi… Geleceğimizi, yaşam hakkımızı çalan düzen partilerine kadınlar olarak “vardık, varız, varolacağız” diyeceğiz… Sosyalist kadın aday Çiçek Otlu’nun faşist uygulamalarla seçilme hakkından mahrum bırakıldığı, kadın iradesinin ucube demorasinin vetosuna uğradığı bu günlerde de yine sokakta ve hayatın yarısında varolmaya devam edeceğiz.
İşçi, emekçi ve genç kadınlar!
2011 genel seçimlerinin gelip dayandığı dönemde yine burjuva partiler kadınlara masal anlatacaklar… Masallarla milyonlarcamızı uyutmaya çalışacaklar… Yine onuru her şeyin üstünde olan kadınları beyaz eşya, gıda yardımıyla dilenci durumuna düşerecekler… Ama şimdi dur demenin, kadın bilinci ve iradesini düzenin çürümüş siyasetinin karşısına çıkarmanın zamanıdır.
Bizler içinde bulunduğumuz sosyalist siyasi merkezin eşit ve özerk yarısını oluşturan kadınlar olarak, yaşamın yarısını da kadınların oluşturacağı bir dünya için mücadele ediyoruz. Kapitalist erkek egemen sistemin bize biçtiği gerici geneleksel kadın rolünü kabul etmiyoruz ve tüm kadınları siyasetin merkezine yürüyerek bu role savaş açmaya çağırıyoruz.
Kadınlara en az üç çocuk doğurun, evinizde oturun diyen, Kübra bebeklerimizi açlıktan öldüren siyaseti ve siyasetçileri reddediyoruz. Kadınlara iş ve sosyal güvence değil boş vaat dağıtan, aile ücreti adı altında sadakaya mahkum eden, erkek egemen yapıya dokunmayan düzen partilerini reddediyoruz. Her gün içimizden 5 kişi erkek şiddeti sonucu ölürken kadınları korumayan, katillere teşvik gibi cezalar veren bu düzenin siyasetini reddediyoruz. 2011 genel seçiminde de kadınlardan oy isteyen ama aday listelerinde kadınları temsil edecek oran ve niteliği yerlerde süründüren erkek düzen partilerine oy vermeyeceğimizi ilan ediyoruz.
Seçimlerin kaderini kadınlar, kadınların kaderiniyse erkek egemen düzen partileri belirliyor. Artık bu bozuk ve tersine dönen düzen çarkını değiştirme zamanıdır. 2011 seçimlerinde kadınlar kaderlerini kendi ellerine almalıdır. AKP’ye, CHP’ye, MHP’ye ve tüm düzen partilerine verilecek her oy, kadının kaderini hoyrat ellere teslim etmesi demektir. Yoksulluk, ayrımcılık, şiddet ve mahkum edildiği evin duvarları dışında bir yaşam güvencesine sahip olamamak demektir.
Ama bu cendereden çıkışın bir yolu var. O da kadınların iradesini, özgürlük, eştilik mücadelesini seçim alanlarına, seçim sandıklarına yansıtmasıdır.
Sosyalist Kadın Meclisleri olarak, tüm kadınları aşağıda sıraladığımız taleplerimiz için mücadele eden ve kadını siyasetin merkezine yerleşmesine önem veren adaylara oy vermeye çağırıyoruz.
* Kadınlarla erkekler arasındaki hukuksal eşitsizliğe son verilmesi, ekonomik, devletsel, siyasi, toplumsal, kültürel alanlardaki erkek egemenliğinin şekillendirdiği fiili eşitsizlikler ve ayırımcılıkların ortadan kaldırılması, siyasette eşitliğin sağlanması, sağlanamadığı koşullarda ise %40 kotanın uygulanması.
* Seçim barajının düşürülmesi, Siyasi Partiler ve Seçim Kanununun değişmesi ve Anayasada yer alan olumlu ayrımcılık maddesinin içinin doldurulması.
* Krizin yarattığı koşullardan dolayı işten atılmaların yasaklanması, işten atılan kadınların geri alınması, ev emekçisi kadınlara iş olanaklarının yaratılması ve devlet tarafından sigorta yapılması.
* Kadına yönelik işlenen şiddetle ilgili suçlarda cezaların artırılması, cinsel şiddet suçlarda sadece fiziksel raporların değil, psikolojik raporların ve alternatif tıp raporlarının delil olarak kabul edilmesi, alternatif adli tıp kurumunun kurulması.
* Kadına yönelik işlenen suçlarda kadın örgütlerinin müdahil olma talebinin kabul edilmesi,
* Kadının şiddetten korunma ve yaşam hakkının oluşturulması için yasaların değiştirilmesi, kadınları korumayan devlet kurumları hakkında soruşturmaların açılması.
* Kadının temelde ekonomik-toplumsal nedenlerle sürüklendiği kadın bedeni ticaretinin bir insanlık suçu sayılması, kadının aşağılanmasına yol açan beden ticaretini ortaya çıkaran koşulları yok etmek için mücadele edilmesi.
* İş, mesleki konum veya ekonomik-sosyal herhangi bir konuda karar verici görevlerde bulunan erkeklerin, bu sorunlara ait taleplerinin-haklarının karşılanması için başvuran kadınlara cinsel istismar dayatmalarının yargılanmayı gerektiren bir suç sayılması.
* Cinsel yönelimini açıklayan ve bu kimliğiyle eğitim görmek, çalışmak, toplumsal faaliyetlere katılmak vb. isteyen insanların bugün olduğu gibi baskıya, zulme, ayrımcılığa, horlanmaya, dışlanmaya maruz bırakılmalarına karşı politik, eğitsel ve yasal önlemler alınması ve mücadele yürütülmesi. Nefret cinayetleri karşısında korumanın sağlanması ve katillerin ağır şekilde cezalandırılması.
* Finansmanı belediyeler tarafından karşılanan, kadın örgütlerinin yönettiği barınma evlerinin kurulması, burada kalan kadınlara iş imkanlarının oluşturulması, çocuklarına eğitim olanaklarının sunulması, ayrıca burada kalan kadınlara kalıcı ve ucuz konutların sağlanması, kira yardımının yapılması.
* Her mahallede parasız okul öncesi çocuk bakımının yapılması, aile ilişkileri üzerine eğitim ve psikolog hizmeti verilmesi.
* Kadın sağlık merkezlerinin açılması, sağlık hizmetlerinin parasız olması, kadının çalışma alanına katılımını engelleyen yaşlı, hasta ve çocuk bakımlarının yapılması için ücretsiz bakım evlerinin kurulması, yoksul mahallelerde ücretsiz kreşlerin açılması.
* Ortak çamaşırhanelerin ve yemekhanelerin açılması.
* Kadınların ve işçi-emekçi çocuklarının eğitim haklarının alabildiğine sınırlandırıldığı ulusal ve bölgesel eşitsizlikler üzerine kurulu, baskıcı, ezberci, ırkçı-şoven, erkek egemen cinsiyetçi ve kapitalist tekellerin ihtiyaçlarına endekslenmiş paralı eğitim sistemine son verilmesi. Kürtçe başta olmak üzere bir çok ulusun ana dilinde okuma-yazma eğitim alanlarının açılması.
* Kadınların rahat gidebilecekleri sosyal kültürel alanların ve tesislerin kurulması, her yıl altı haftadan az olmamak kaydıyla işçi ve emekçilerin tatillerini yapabileceği parasız olanakların yaratılması.
* 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü ve 25 Kasım Kadına yönelik şiddet günlerinin ücretli izin günü ve resmi tatil ilan edilmesi.
* Çalışabilecek yaş ve durumda olan her kadın için iş olanaklarının yaratılması. Haftalık çalışma süresinin 35 saati aşmaması ve16 yaş altındaki çocukların çalıştırılmaması yönünde gerekli yasal düzenlemelerin yapılması. Tüm iş güvenliği tedbirlerinin alındığı, iş cinayetlerini engelleyecek zorunlu düzenlemelerin yapıldığı bir çalışma düzeninin kurulması.
* Kadın ve erkek işçilere eşit işe eşit ücret kuralı uygulanması, kadınların bedensel ve biyolojik dengeleri bakımından zararlı işlerde çalışmaları engellenmesi, kadın çalışanların, regl günlerinde izinli sayılması.
* İşçi ve emekçilerin daha fazla sömürüsüne neden olan Torba Yasa ve Genel Sağlık Sosyal Sigorta Yasasının iptal edilmesi.
* Anne ve babanın çocuk bakımında ortak sorumlu sayılması, çalışanların doğum öncesi ve sonrası izinleri buna göre düzenlenmesi, işletmelerde çocuk emzirme odaları açılması.
* Emperyalist ve gerici bütün haksız savaşlara karşı çıkılması, asker elbisesi içinde birbirine kırdırılan farklı ülkelerin işçi ve emekçileriyle birlikte demokratik barış mücadelesi yükseltilmesi.

Categories: Sosyalist Kadın 7 | Yorum bırakın

EDİTÖR

Yeni bir sayıyla ve yeni sayının heyecanıyla merhaba! Yayınımıza iki mevsim atlayarak Güz sa­yısıyla devam ediyoruz. Bu sayımızın ise, okuyu­cularımıza bir özür ve devam etmeyecek bir hata­nın düzeltmesi olarak kabul edilmesini umuyoruz.

Sonuçta bu yolda daha katetmemiz gereken mesafe ve kendi yetmezliklerimizle mücadele ba­kımından aşmamız gereken engel var. Bundan sonraki çaba ve irademiz, mesafeyi kısaltmak ve engelleri azaltmak için olacak.

Geride bıraktığımız dönem, kadın özgürlük hareketi bakımından politik hareketin belli bir is­tikrar kazandığı ve çeşitli yönelimleriyle günde­mi belirlediği bir dönem oldu. Buna aynı zaman­da mücadelede değişik kanal ve yolların belirdi­ği bir dönem de diyebiliriz. Sosyalist Kadın Mec­lisleri bu dönemin ayırt edici bir kanalı olarak, kadın özgürlük mücadelesi içerisinde kendini or­taya koydu. Bu sayımızda, SKM deneyimini daha yakından ve çeşitli boyutlarıyla incelemeye çalış­tık. SKM’yi; fikir, siyaset ve örgüt boyutlarıyla ele alış denebilir bu çalışmaya. Kadın özgürlük mü­cadelesinin tarihsel olduğu kadar güncel örgüt deneyimlerinin incelenmesi, gelişim için çıkarıla­cak sonuçlar bakımından bundan sonra da gün­demimizde olacak.

Geçen sayımızda kadının kökleştirilmesi tarihine başlattığımız yolculuk, bu kez yeni yazı ve irdelemelerle sürüyor. Kadın devrimi dosya başlığı altın­da ve başkaca çalışmalarla ilişkisi içinde ele aldığımız konu, çok açık ki öz­gürlük mücadelesini içeren sayısız başlığın altını doldurabilecek kadar derin ve geniştir. Kabul etmek zorundayız ki, kadının tarihine ve gelişim sürecine yapılan yolculuklar tez zamanda ve dar kapsamda bitebilecek düşünsel fa­aliyetler değildir. Üstelik bir de “kadının yazısız tarihi” diye bir sorundan söz ediliyorsa… Haliyle, kadın tarihi üzerine çalışmalar, kapsamlı bir veri tabanı oluşturmayı, bunu yaparken eldeki mevcut veri ve yazınsal birikimi belirli bir tarih ve toplum görüş açısıyla sistematize etmeyi gerektirir. Yani bir yanıyla ince işçiliği…

Bu sayımızda da kadının düşünce işçiliğinin ürünleri olan yazılarla sürdü­rüyoruz tarih çalışmalarımızı. Ailenin Doğuşu ve Gelişimi, Namus ve “Kirleti­len Kadınlık” başlıklı yazılar bu kapsamda değerlendirilecek çalışmalardır. Kadının Toplumsallaşmadaki Rolü Üzerine başlıklı yazı ise yine aynı kapsam­da ama kadının toplumsal evriminin kökenlerine dair genel bir giriş ve de­neme çalışmasıdır. Ayrıca, yazı başlıklarının ana ağırlığında, her konu tarih­sel zeminiyle ilişkisi içerisinde ele alınmıştır. Bugünün kadın özgürleşme mü­cadelesini içeren temel başlıklar, kadının köleleştirilme ve ezilen cins haline getirilmesinin ortaya çıkışı ve belli tarihsel eşikleriyle ilişkisi içerisinde orta­ya konulmuştur. Güncel soyutlama, kavramlaştırma ve değerlendirmelerin bu yöntemi içererek geliştiği ve gelişeceğini de ifade etmek gerekir.

Belli bir dönemdir, cins bilinci üzerine yaptığımız belirleme ve tartışma­lar bu sayımızda Devrimci Cins Bilinci başlıklı yazıyla kapsamlı bir değerlen­dirmenin konusu olarak ele alındı. Bu çalışma, toplumsal cinsiyet rollerinin devrimci eleştirisi üzerinden hareket ederek, bu öğretilmiş rolleri mahkum edip aşacak bir görüş açısı oluşturma hedefinin yansımasıdır. Yine toplum­lar tarihinin belli momentleriyle ilişkisi içerisinde, kadın özgürlüğü için yeni bir toplum düzeninin hangi zihniyet ve pratikle inşaa edileceği sorusuna ya­nıtlar içermektedir adı geçen çalışma. Kadının erkek egemen toplum düzeni­ne, bunun her uzantısı ve görüngüsüne karşı devrimci düşünce ve hareket alanından müdahale zorunluluğunu temellendirmektedir. Cins bilincinin devrimci kavranışına dair çözümlemeleriyle, aynı zamanda kadın devrimi üzerine de yapılmış güncel bir tartışmadır.

Dergimizin Kendinden Başlamak adlı seri dosya çalışmasını bu sayımızda, Kendinden Başlamak Özgüvenin Yansımasıdır adlı yazıyla devam ettiriyoruz. Yazı esas olarak bugüne kadar yapılan tartışmaların anlayış ve yöntem de­ğerlendirmesini içeriyor. Aynı zamanda oraya konulan konseptin verimini yükseltmeye dönük yönlendiricilik içeren yeni bir çağrı anlamına geliyor. “Kendinden başlamak”la kadının toplumdaki ve devrimci gelişim süreçlerin­deki durumunu radikal olarak değiştirme iradesi arasındaki bağ yeniden ir­deliyor. Bu çalışma aynı zamanda, bireysel ve kolektif özgüvene de, ele aldı­ğı amaç ve içerikle ilişkisi içerisinde bir tanım getiriyor.

Kürk Mantolu Madonna ise edebi bir eserden yola çıkarak, cins bilinci ve özgür kadın üzerine yapılmış özgün bir çalışma. Bu yazıda, toplumsal cinsi­yet rollerinin ve buna isyan eden bir kadının dramatik öyküsünden daha faz­lasını bulabilirsiniz. Kaba erkek egemenliğine isyan eden bir roman kahra­manın, erkekliğin inceltilmiş ve duygusal sömürüyle bezenmiş halleriyle de hesaplaşmasına dair değerlendirmeler, bugünün gerçeğiyle de ilişkisi içeri­sinde ele almıyor. Kadının klasik edebiyatta çoğunlukla “aşk kraliçesi tahtı­na” oturtulduğu, genellikle “yardımcı kahraman” olarak yer bulduğu bir gerçeklik içerisinde, güçlü bir kadın kişiliğin çözümlemesine dayanan Kürk Mantolu Madonna, edebiyata kadın bakış açısının yöntemine dair de bir fi­kir verebilir.

Dergimizin içerik ve konu başlıklarını belirlerken, kadın özgürlük müca­delesinin ve sosyalist kadın hareketinin amaç ve hedefleriyle uyum içerisin­de yürüme kaygısını eksen aldık. Tabi ki, bu eksenin gelişimi, gelişim ihtiya­cının kavranması ve sorumluluğun kolektivize edilmesiyle mümkündür. Yeni dönem, devrim ve sosyalizm mücadelesinin olduğu kadar, kadının özgürleş­me yürüyüşünün de sorun çözerek ve ufuk açarak ilerleyişini zorunlu kılıyor.

Bu yanıyla bakıldığında, kadın özgürlük mücadelesinin teorik ve siyasi eksenine dair dergimiz üzerinden yapılan tartışmalar ve ortaya çıkan ürün­ler, sosyalizmin yeni dönem sorun ve görevleri tartışmalarına da ışık tutacak­tır. Dahası, bütün toplumsal devrim-sosyalizm deneyiminin ve buna bağlı olarak güncel sosyalizm kavrayışı ve mücadelesinin kadın alanından üretim­lerle ele alınıp, ekseninin belirlenmesine hizmet edecektir. Kadının kendi ta­rihsel varlığı ve özgürlüğü gerçeğini kavrayışını, dönüştürmesini hedeflediği kadar, dünyanın ve ezilenlerin kurtuluşu mücadelesinin bütün sorunları ve görevlerine müdahaleyi hedefleyecektir bu üretim.

işte bu, daha fazla okumak, düşünmek, düşünce paylaşmak, yazmak ve yaşamın pratik akışından kopmadan bunları başarmak demektir. Biz yeşil kaldıkça teori gri değildir. Bilinç ve eylemin yolumuzu açık etmesi dileğiyle…

 

Categories: Sosyalist Kadın 6 | Yorum bırakın

WordPress.com'da Blog Oluşturun.